Yeni anayasanın ayırt edici özellikleri
Bu sorunların hepsi birbiriyle ilintilidir; dolayısıyla bir sorunlar yumağından bahsediyoruz. Bunun dışındaki konular müzakere sürecinde zaten çözülecektir. Buna göre, temel hak ve özgürlükler konusunda muhtemelen Avrupa Birliği kriterleri ölçü olarak alınacaksa da, anayasa yapım süreci, yukarıda anlattığımız gibi demokratik ve katılımcı olursa özgürlükleri sınırlayan bir metnin ortaya çıkması mümkün değildir. Mesela mevcut anayasanın kimlik politikası vatandaşlarımızı mağdur eden, onları sisteme yabancılaştıran bir rol ifa etmektedir. Halbuki Kürt vatandaşlarımızın ve haddizatında Türklük dışında başka etnik kökenlere ait diğer vatandaşlarımızın anadillerinde eğitim yapmaları, adının Türkiye, resmî dilinin Türkçe olduğu ülkemizde çoğunluğu oluşturan etnik olarak Türk vatandaşlarımızın özgürlüğünü ihlal eden bir talep değildir ve kabul görmesi normaldir.
Mevcut anayasada laiklik, Cumhuriyet’in temel nitelikleri arasında sayılmakta ve anayasanın çeşitli maddelerinde kendinî göstermektedir. 1982 Anayasası 24. maddedeki ifadelerle çelişkili bir laiklik politikası vaz etmiştir. Buna göre, dinen neyin doğu neyin yanlış olduğuna karar verecek merci devlettir. Din eğitimi devlet gözetimi altında yapılır. Diyanet İşleri Başkanlığı, bir kamu kuruluşudur. Hangi ayinin laikliğe uygun olduğunu devlet belirler. Bütün bunlara rağmen devlet ile din arasında bağ kurmanın ciddi sonuçları vardır. Bu bağlamda Türk tipi laiklik, dünyada anlaşıldığı şekliyle kabaca dinî otorite ile devlet otoritesinin ayrımı anlamına gelen sekülerlikten farklıdır. Zira Türkiye’de devlet, din alanında da otoritedir.
Laisite, yabancı bir kelimedir; uygulamaya bakıldığında bu yabancılık, kavramın siyasal hayatımıza girdiği 1931’den bu yana hiç gitmemiş gibidir. Laikliğin tanımını, elinde sopası olan yapmaktadır. Kendinî laikliğin koruyucusu ve kollayıcısı olarak gören devlet kurumlarının tam olarak neyi koruduğu belli değildir. Sonuçta ortaya çoğunluğu dindar olan halkımızın kişisel hak ve hürriyetlerini önemli ölçüde ihlal eden bir devlet politikası çıkmıştır. Bu politika, 2008’de toplumda ciddi bir desteğe sahip olan iktidar partisine açılan kapatma davasıyla birlikte anayasal açıdan iflas etmiştir. Bundan böyle laiklik politikasının mevcut haliyle kalması, milli iradeye terstir. Sorunun çözümü, bugünlerde kamuoyunda da ifade edildiği gibi bize yabancı kalmaya devam eden “laiklik” lafzını anayasadan atmaktır. Böylelikle tartışmanın büyük bir bölümü kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır. Bu teklifin devleti dine uydurmakla veya dinî bir devlet düzeni kurmakla alakası yoktur. Aksine, laikliğin Türkiye uygulamasındaki çelişkileri bertaraf etmenin tek yolu budur. Bunun akabinde pozisyonlarını mevcut siyasal partilerin tercihlerine borçlu olan ve her kesimi temsil eden Anayasa Komisyonu üyeleri konuyu, din ve vicdan özgürlüğü bağlamında müzakere etmeli ve bunun sonuçlarını yeni anayasada uygun bir dille ifade etmelidir. Milli egemenliğin bir sonucu olarak halkın çoğunluğunun değerlerine saygılı ama aynı zamanda farklılıkları koruyan bir devlet anlayışına gidilmelidir. Artık Fransa gibi halkının din konusundaki duyarlığı tarihi sebeplerle son derece zayıf ve bu anlamda bizden farklı bir toplumu örnek almak yerine ABD, Polonya, İtalya, Portekiz gibi hem demokratik olup hem de halkının büyük ölçüde kendinî dindar olarak tanımladığı toplumlardaki din ve devlet ilişkilerine de bakmalıdır.
Yaşayan en eski anayasa olan 1788 tarihli ABD Anayasası, din ve devlet ilişkisini (1791’de yapılan bir eklemeyle) şu şekilde tanımlamıştır: “Kongre, bir dinî devlet dinî konumuna yükselten veya dinîn serbestçe yaşanmasını yasaklayan bir yasa yapamaz.” 1948 tarihli İtalyan Anayasası ise bütün dinî cemaatlerin kanun önünde eşitliğini öngörmekte ve tarihi geleneğin bir parçası olan Katolik Kilisesi haricindeki cemaatlerin de kendi iç işlerinde özgür olduğunu belirtmektedir. Bunun yanında “Herkes dinî inançlarını, her şekilde, bireysel ya da topluca, ifade etme ve yayma hakkına ve kamu ahlakına ters düşmemek şartıyla özel ya da halka açık mekânlarda ibadet özgürlüğüne sahiptir.” 1976 tarihli Portekiz Anayasası ise bu haklar yanında dinî eğitim özgürlüğünü dinî cemaatlerin kendisine vermektedir. 1997 Polonya Anayasası Katolik Kilisesi ile devletin özel bir ilişkisi olduğunu, bununla birlikte, tüm dinî cemaatlerin eşit haklara sahip olduğunu, devletin ve dinî kurumların birbirinden bağımsız ama aynı zamanda kamu yararı amacı etrafında birbiriyle işbirliği içinde olacağını öngörmüştür. Bunun yanında “Ebeveynler çocuklarının kendi inançları doğrultusunda dinî ve ahlaki eğitim almalarını temin etme hakkına sahiptir.” Söz konusu anayasalarda bu belirttiğimiz maddeler dışında devletin din alanına müdahale etme imkânı bulunmamaktadır. Genel çerçeve devletin dinî geleneklere saygılı olması, bunun yanında vicdan özgürlüğünü de muhafaza etmesidir. Bu bağlamda yeni anayasada, (1) Herkes din ve vicdan özgürlüğüne ve dinîni bireysel ya da toplu olarak alenen yaşama özgürlüğüne sahip olmalı ve bu özgürlük ancak kanunla ve kamu düzeni, genel sağlık ve başkalarının hürriyetine tecavüz gibi gerekçelerle sınırlandırılabilmelidir. (2) Ebeveynlerin çocuklarını, kendi inancına göre yetiştirme hakkı olduğu teslim edilmeli ve okullardaki din dersleri buna ilişkin olarak düzenlenmelidir. (3) Devlet kurumları dinî ya da felsefî her türlü inanç ve hayat görüşüne karşı tarafsız davranmalı, aynı zamanda din, vicdan ve ifade özgürlüğünü teminat altına almalıdır. (4) Diyanet İşleri Başkanlığı, kamu hizmeti gören bir kurum olarak varlığını sürdürmeli, bununla birlikte, daha özerk ve demokratik bir yapıya kavuşmalı ve talebe göre diğer mezhep ve dinlerin yaşama özgürlüğüne de katkıda bulunmalıdır.
Bugün karşı karşıya olduğumuz anayasal sorunların belki de en önemlisi, işler gibi görünen, ama kendi içinde ciddi çelişkileri ve çatışma ihtimallerini barındıran hükümet sistemimizdir. 1982 Anayasası ile Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığına göre tanzim edilmiş bir sistemin daha sonraki dönemlerde büyük krizlere yol açması gayet normal görülmelidir. Anayasa yapıcıları güya 1961 sisteminde güçsüz görünen yürütmeyi güçlendirmiş ve o süreçte yaşanmış olan istikrarsızlıkları önlemeye çalışmıştır. Ne var ki, istenen sonucun alınamadığı ortadadır. Mevcut hükümet sisteminin çelişkileri silahlı kuvvetlerin vesayetçi rolüne katkıda bulunmaktadır. Cumhurbaşkanının olağanüstü geniş yetkileri, hükümet ile cumhurbaşkanının barışık olduğu son dört yıl haricinde başbakanların sahip olduğu yetkileri kullanmasını önlemiştir. Milli Güvenlik Kurulu’nda cumhurbaşkanı ile hükümetin ters düştüğü durumlarda son sözü söyleyecek olan askerdir. Ayrıca, 1980’lerde ve 2002’den sonraki tek bir partinin Parlamento’da egemen olduğu dönemlerde sanki Parlamento dışı bir emniyet supabına ihtiyaç hissi oluşmuştur. Bu durumda yine ilk tercih silahlı kuvvetler olmakta, bu da bu kurumun asli görevinden uzaklaşıp fazlasıyla siyasallaşmasına neden olmaktadır.
Öte yandan, 1982 anayasal sistemine bağlı olarak getirilen yüzde 10’luk barajın maksadına hizmet ettiği söylenemez. Baraj, 1983 ve 2002 seçimlerinde olduğu gibi şişirilmiş çoğunluklar üretmiş, öte yandan 1990’lı yılların koalisyon hükümetleriyle heba olmasına da engel olamamıştır. Koalisyon dönemlerinde yaşanan iki ekonomik kriz, önceki dönemlerde elde edilen kazanımları sıfırlamış, yapılan askerî müdahale ise siyaseti allak bullak etmiştir. Dolayısıyla bu sistem, iki aşırı uç arasında gidip gelmektedir. Bununla birlikte, bize göre, ikinci sorun, yani koalisyon ihtimali, daha önemli bir sorundur ve yakın tarihte Türkiye’nin önünü tıkamış toplumsal, ekonomik ve siyasal krizlerin baş müsebbibidir. Yeni anayasa, her halükarda koalisyonları önleyecek bir hükümet sistemini benimsemelidir.
Bu bağlamda mevcut parlamenter sistemi şu ya da bu şekilde revize etme yanında başkanlık sistemini de ciddi biçimde düşünmeliyiz. Çünkü asıl mesele hükümet sistemimizin istikrarlı biçimde çalışan ve vesayete ihtiyaç duymayan bir sisteme dönüşmesidir. Başkanlık sistemi, bizim hükümet sistemi sorunumuzu demokratik bir doğrultuda çözme potansiyeline sahip bir sistemdir. Muhtemel bir başkanlık sistemine yapılan akademik eleştiriler de tamamıyla haklı sayılmaz. Bir kere Türkiye’nin başından bu yana parlamenter sistemle idare edildiği ve bu sistemin yerleştiği, bu sistemden vazgeçmenin ciddi sorunlara yol açacağı yolundaki eleştiri, mevcut parlamenter sistemimizin hiç de tatmin edici olmayan performansı ışığında anlamlı değildir. İkinci olarak, ABD dışındaki uygulamalarda başkanlık sistemlerinin otoriter eğilimleri güçlendirdiği ifade edilmekte ve Latin Amerika ülkeleri örnek olarak verilmektedir. 1980’lerde geçerli sayılabilecek bu tez, bugün için geçerli değildir. Parlamenter sistemle yönetilen Türkiye’nin dört askerî müdahale ve yıllarca süren sıkıyönetim uygulamalarına maruz kaldığı unutulmamalıdır. 2010 itibarıyla Freedom House tarafından yayımlanan dünya özgürlük raporunda Türkiye “kısmen özgür” sayılırken, Brezilya, Arjantin, Meksika, Peru, Şili yanında Güney Afrika gibi başkanlık sistemi ile yönetilen ülkeler, diğer Batı demokrasileriyle birlikte “özgür” kategorisinde değerlendirilmiştir.
Dr. Fevzi Bilgin