Seküler çağda merhametin dili
Her yıl nisan ayının üçüncü haftasını “Kutlu Doğum” Haftası olarak idrak etmek bir bidat-ı hasene oldu.
Kutlu Doğum Haftası’nın açılış programında Başbakan’ımız, “Çok karmaşık analizler yapmaya gerek yok. Bizi biz yapan değerler terk edildiğinde işte bu sonuç da kaçınılmaz olacaktır.” diyerek şiddet, zulüm ve sefalet durumlarından örnekler verdi. Peki, o değerler neden hayata geçemiyor? İşte bu soruyla birlikte karmaşık değilse bile analiz yapmak zorunlu hale geliyor.
Ayet ve hadislerde rahmetin yaratılışın özünde varolduğu, Efendimiz’in bütün âlemlere rahmet olarak gönderildiği hep vurgulanıyor. Fakat bugün bu çağda yaşayan bizler, bu söylenenleri neden idrak edemiyoruz? Çünkü ancak çağdaş vasatın içinden bir dil bize bu umdeleri anlaşılır kılabilir. Çağdaş vasatın içinden dil geliştirmekse merhametin hayatımıza dâhil oluşunu sorunsallaştıran toplumsal, kültürel, iktisadi ve siyasi vasata dair bir kavrayışa sahip olmakla mümkün.
Mesela her gün şiddeti ve acıyı oturma odalarımıza servis eden aracın merhamet duygumuzu nasıl etkilediğini dikkate almadan, yaratılanı sevmeyi nasıl tecrübe edebileceğimizin yollarını da bulamayız. Yani karşılaştığımız birinci sorun acıya seyirci olma deneyimi. Bu deneyim nedeniyle merhametin dumura uğraması ve “başkalarının acısı” gözlüğünün adeta bir protez gibi gözümüze yerleşmesi.
İkinci problem, merhameti tamamen seküler bir bakış açısıyla değerlendirmeye dayanıyor. Bu değerlendirmede merhamet acıma olarak anlaşıldığından merhamet edenle merhamet edilen arasında hiyerarşik bir ilişki kaçınılmaz görülüyor. Merhametin ikiz kardeşi kibirdir, diyor bu konuda yazanlar. Bizimse bütün yaratılanlara yaratılmışlık çerçevesinde ve mülkün sahibi değil de emanetçisi anlayışıyla bakıldığında, bu hiyerarşinin bertaraf olacağını ortaya koymamız gerekiyor.
Başkalarının acısı
Tasavvuf ehlinden bir zata, “Bağdat çarşısı yanıyor. Ama yangın senin dükkânına sıçramamış.” diye haber verirler. Mal canın yongasıdır fehvasınca, hazret insiyaki olarak “Elhamdülillah!” der. Henüz sözü, ses olarak muhatabının kulağına ulaşmadan farkına varır hatasının. Hamdetmesi hatadır, zira kendini halktan gayrı gören, Hak’tan da gayrı düşmüştür. Ama nafile, gırtlak dokuz boğum da olsa, söz hepsini geçip ağızdan çıkmıştır bir kere. Çarşı yangınından azade olan hazrete düşen pay, pişmanlık ateşinde yanmak ve hamdettiği için tevbe etmektir artık. Yaşanan bir felaketi bir an için “başkasının acısı” olarak görmesidir, bir ömür boyu sürecek gönül yangınının sebebi.
Susan Sontag, felaket ve savaş görüntülerine bakıp da acı duymamayı, bunları “başkalarının acısı” olarak algılamamıza bağlamıştı. Bugün yaşanan felaketleri, kıyımları, savaşları, yoksulluk ve açlığı “başkasının acısı” olarak algılamamızı daha fazla teşvik eden bir iletişim ortamında yaşıyoruz. Gazeteciler aracılığıyla oturma odamıza kadar ulaşıyor başka ülkelerde ve kendi ülkemizde de olsa uzağımızda olan felaketlerin görüntüleri. Acı görüntüleri, öncelikle kameraların kaydettiği biçimiyle bize aktarılıyor. Bu görüntüleri sayısız insanla birlikte biz de izliyoruz ve hiç de uzun olmayan bir zaman sonra gözlerimizin önünden çekilip gidiyorlar. Biz bu felaketlerin seyircisiyiz. Bu manada başkalarının acısına seyirci olmak, modern bir deneyimdir.
Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi adlı kitabının bir bölümünde kıraç toprakta bile merhamet bitmesinin sırrını ele alır. Kıraç toprakta bile merhamet bitmesine rağmen, insanlar acıma duygusundan korunmak için önlerine engeller yığmışlar ve bu engeller yüzyıllar içinde birikmiştir. Yanlış insana merhamet duymayı yasaklayan tabular, insanların empati duygularını köreltici bir işlev görmüştür. Yabancı, öteki, uzaktaki, başka ırktan, başka dinden, yani bir nevi “daha az insan” olanlar için merhamet duymama öğretilmiştir pek çok toplumda insanlara.
Bizim kültürel mirasımızda ise “yaratılmışı severim Yaradan’dan ötürü” düsturu hâkimdir. Bu nedenle merhamet duyulacak insanın, hatta herhangi bir varlığın kim ve ne olduğu önem taşımaz. Kendi başına gelmeyen felakete hamdettiği için tevbe eden bir anlayışın mirasçılarıyız. Başkalarına merhamet duymak, onların acılarına duyarlı olmak, onların mutluluğu için sorumluluk hissetmek, ahlakın özüdür. Bu ahlak, yaratılmış olma paydasında eşitlenme şuuruna ve her nimetin zerre miktarı da olsa hesabının verileceği inancına dayanır. Bu şuurda hiçbir acı, “başkasının acısı” olarak görülemez.
Merhamet ve hiyerarşi
Bir başka çağdaş eleştiri ise merhametin kişiler arasında hiyerarşik bir ilişkiye sebebiyet verdiği iddiası. Modern seküler yaklaşımda merhamet acımaya karşılık gelir ve acınan insan eşit saygıyı hak etmeyen bir konumdadır. Çünkü emek ya da çalışıp kendine bakma gibi seküler itibar kaynaklarını kullanamamıştır. Modern kapitalizmde emeğin itibarı evrensel bir değer haline gelmiştir. Yani herkesten, çalışması ve kendine bakması beklenir. Bir işçi olarak algılanmayan her yetişkin kendini doğrulamak (Weber’in ifadesiyle kanıtlamak) gibi daha ağır bir yükü üzerine alır.
Günümüz tüketim kültüründe ise yeterince tüketemeyenler arasında olmak başlı başına statü dışında kalmak anlamına geliyor. Böyle kimselere karşı gösterilen ilgi ancak acımak olabilir. Ekonomik ve siyasi kriz durumlarında bu acıma, öfke ve düşmanlığa da dönüşebilir. Yükseltilen site duvarlarının ardına saklanmak ve kendi bölgelerindeki savaşlardan, açlıktan ve sefaletten kaçan göçmenlere kapıları kapatmak gibi tepkiler, bu acıma ile düşmanlık arasındaki salınıma örnek gösterilebilecek davranışlardır.
Çalışıp kendisine bakamayan, doğal ya da toplumsal bir felaket sonucu muhtaç ve sefil durumda olanlara uzatılan yardım elinin eşitsiz bir duruma yol açtığı için, duygudan arındırılması gerektiğini iddia edenler de olmuştur. Mesela uluslararası sosyalist hareketlerde yer alan, sosyal hizmet alanını kadınlar için profesyonel bir alan haline getiren ve bu başarısından dolayı 1931 yılında Nobel barış ödülü alan Jane Addams, orta sınıf kadınların duygusal hayırseverlik mantığını kırmak zorunda olduklarına inanıyordu. Çünkü Viktoryen hayırseverliğin “kendini iyi hissetme” odaklı yapısı hiyerarşik bir ilişkiye geçit vermekteydi. Ve hayır sahibi kimse Nathaniel Hawthrone’un kısa ve öz olarak söylediği bir nedenden dolayı şüphe uyandırıyordu: “İyilikseverlik, kibirin ikiz kardeşidir.” (Richard Sennett, Saygı)
Günümüzde kişisel gelişim adı altında verilen eğitimler de “kendini iyi hissetme” üzerine vurgu yapıyor. Hâlbuki kişinin sırf kendini iyi hissetmek üzere merhamet göstermesi ve başkalarına yardım etmesi, ne kişinin kemalat basamaklarında yükselmesi için elverişli bir yoldur ne de toplumsal yaraları iyileştirmek için. Çünkü iyi hissetme amaçlı yardım girişimleri, bencilliğin ve kibrin merhamet kisvesini giyip dolaşmasından başka bir şekilde tanımlanamaz.
Yani seküler bakış açısından veren el ile alan el arasında bir hiyerarşi söz konusudur. Peki, Efendimiz’in “Veren el, alan elden hayırlıdır.” hadis-i şerifi de aynı hiyerarşiyi desteklemiyor mu? Veren elin hayırlı olduğu vurgusu, çalışmaya teşvik eden bir vurgu. Ama aslında verenin de kendi mülkünü değil bir emaneti verdiği şuuru, bütün yaratılmışların yaratılma bakımından eşit konumda olduğu anlayışı, merhamet eden ve edilen arasında hiyerarşik bir yapıya geçit vermez.
Müminlerin ahlaki sorumluluğunun kaynağı, Allah’ın rahmetine mazhar olmak için merhamet etmektir. Bu nedenle müminler gördükleri yaraya merhem olmak üzere yaptıkları zerre kadar iyiliğin boşa gitmeyeceği inancıyla mutmaindirler. Fakat yara ve merhem arasındaki ilişkinin tabiatını da göz ardı etmezler. Bu sebeple merhametin hayırseverlik panayırlarına dönüşen gösterilerden ibaret olmadığının ve alan elin de veren elin de Allahu Teala’nın takdiriyle hareket ettiğinin altını çizerler.
Allah’ın rahmet sıfatı insanı ve kâinatı yaratmasında tecelli etti. Hidayete rehberlik edecek peygamberler göndermesiyle devam etti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz ile kemale erdi bu tecelli. Onun sünnetine uyan ümmeti aracılığıyla bu rahmetin tezahürlerini görmeye devam ediyoruz.
Merhamet, biz Müslümanlar için dinimizden kaynaklanan bir varlık şuuruna sahip olmamız anlamına geliyor. Eşitlik ve ötekine saygı gibi siyasal meseleler de, fakirlik ve sefalet gibi toplumsal ve ekonomik meseleler de, fiziksel varoluşa yani tabiata ilişkin bilimsel meseleler de (çünkü tabiatı tahrip etmeyen bir teknoloji üretimi de merhamet çerçevesinde değerlendirilebilir) ancak böyle bir varlık şuuruyla, yani şümullü bir merhamet anlayışı sayesinde çözüme kavuşabilir.