Politika, Kanun Değil Hukuk Devletine Muhtaçtır
Eski Yunan’da politika, politik sınıfın (sitede politik hayata katılma hakkına sahip olan yurttaşların) yapıp eyledikleri ne ise oydu.
Dolayısıyla politika ve/ya politik olan da o sınıfın vücut verdiği yönetim aygıtı (Polis/Devlet) ile özdeş görülürdü. Bu özdeşliğin içerdiği anlamda; eski Yunan’da temel politik mesele, devletin ne olduğu değil, kimin olduğu meselesiydi. Böyle bir anlam üzerine inşa edilen düşünce, çok uzun süre Batı toplumlarının toplumsal tahayyülünü oluşturdu; değişen sadece devleti temellük eden özne oldu.
Politikayı devlete özdeş kılan anlayış, şu iki politik sonucu doğurdu: Bir yanda, politikayı en üst karar verme eylemi görerek, bu eylemi ifa eden özneyi (duruma göre kişi, sınıf, parti, bürokrasi, ordu) egemen mertebesine yerleştirdi; o özneye istisnai durum ve buna bağlı olarak kendi hukukunu yaratma kararı alma kabiliyeti atfetti. Öbür yandan, politikanın öznesini oluşturan etkeni, ontolojik olarak dost-düşman ayrılığının varlığına bağladı. Bu iki sonucu kendi politik felsefesinin temeli yapmış olan Carl Schmitt’in (1888-1985) formülasyonu şöyleydi: Politikadan bahsetmek, son tahlilde, bir şeye muvafık veya muhalif olmaktan değil; bir kişiye muvafık veya muhalif olmaktan bahsetmektir. Muvafık (Dost) ve Muhalif (Düşman) konumlar, kavrayışlar ve değerler politikayı anlamamızı sağlayabilir ancak. Bu bağlamda, politika, esasen, dostun düşmana (“iç” ve “dış”) karşı sürekli savaş durumudur.
Nazi döneminin “Baş Hukukçusu” olan Schmitt’in yaklaşımı; demokratik bir politik hayat çerçevesi içinde muteber bir yere sahip gözükmeyebilir. Fakat özellikle 11 Eylül 2001’den sonra dünyada yaşanan olaylar ve bugüne uzantıları, Schmitt’in tahlillerinin gerçekçi yanını inkâr etmemize engeldir. Neden böyle olduğunu, hukukun politika ile olan bağını sergileyerek daha kolay anlayabiliriz. Eski Yunan’da politikanın, “politik sınıf ne yapıp, eyliyorsa politika odur” doğrultusunda yukarıda aktardığımız tanımı; bugün yaygın olarak birçok toplumda hukuk için de yapılmaktadır: Yargı sınıfınca (yargıçlar, mahkemeler, hukuk bürokrasi) ne yapılırsa hukuk odur. Böyle bir tanımı, politika teorisyeni Judith N.Shklar “Yasacılık” (Legalism) olarak nitelemekte ve politik ideoloji ile eşanlamlı görmektedir. Shklar’ın “Yasacılık” dediği, bizim hukuk literatürümüzde “Kanun Devleti” mefhumuna tekabül eder. “Kanun” denildiğinde de akla gelen, kamu otoritesinin yaptırım gücüdür. Dolayısıyla, Kanun devleti, toplumun maruz kaldığı her türlü problemin çözümünde söz konusu yaptırım gücüne her şeyin üstünde dayanmayı esas alır. Kanun Devleti’ne “görev”, “itaat” ve “yasak” gibi kavramlar vücut verir. Kamu otoritesinin toplum için neleri uygun görüp, neleri görmediğinin sınır taşlarını bu kavramlar oluşturur. Kanun devletinde esas olan, o sınırı sabit tutmaktır; gerektiğinde zora başvurarak, gerektiğinde keyfi davranarak…
hALKIN YAŞAYAN HUKUKU
“Hukuk Devleti” mefhumu, Kanun Devleti’nden farklıdır. Bu mefhum, kamu otoritesinin yaptırım gücünün, “keyfi” ve “despotik” mahiyet kazanmasını önleyen bir zihniyet kalıbı ekseninde oluşur ve erdemli bir tutuma dayanır. Hukuk Devleti, ancak “hak”, “özgürlük” ve “sorumluluk” üzerinde inşa edilebilir. Bunun için, toplum bireylerinin temel haklarının ve özgürlüklerinin güvence altına alınması; kamu otoritesinin her türlü işlemlerinin yargı denetimine tâbi kılınması; nihayet, bütün bunlar için, kurumlar gibi bireylerin de sorumluluk etiğine sahip olması ve yasalar önünde eşit sayılması elzemdir.
Bu çerçeve dâhilinde, Kanun Devleti’ne muadil bir yasacılık (legalism) anlayışı, hukukun kurucu öznesini gizler ve Egemen’in uygulamaya düşen gölgesini karartır. Hal böyle olunca, “hukuk” olarak adlandırılanın, gerçek yüzünü gösterdiği nokta, “istisnai durum”un belirdiği anda meydana gelir. Öyle ki, politika ve politik olan hukuk eliyle kirletilmekten kendini kurtaramaz hale bürünebilir. Bir başka deyişle, siyaset filozofu Giorgio Agamben’in belirttiği gibi, “hukuk” denildiğinde artık aşikâr hale gelen, adaleti sağlamayı bırakmış, sırf yargı peşinde koşan bir nesnedir: Meseleler kesin hükme tâbi kılınır; bu hüküm, yanlışlığına ve adaletsizliğine rağmen doğru addedilir, sonunda adil olanın yerini doğru alır.
Neticede, hukuk sınıfının, siyaset sınıfı karşısında konumlanması baş gösterir ve Egemen’in kim olduğuna (nihai kararı kimin verme kabiliyeti göstereceğine) dair bir “sınıf savaş”ı başlar.
Meselenin bu noktaya gelmesinin tarihsel-sosyolojik sebepleri vardır şüphesiz. İlk akla geleni, “devlet geleneğimizin” veya bürokratik yönetim anlayışımızın, tarihsel süreçte toplum bireylerini özgür kılmadan sorumlu tutma gibi bir politik kültürü empoze etmiş olmasıdır. Böyle bir birey, yurttaş değil, kapıkulu olabilir(di) ancak: Görevi olan, itaat eden, ama hak sahibi olmayan (“gözlerini kapayıp vazifesini yapan”) ya da özgür olmadığı için hak talep edemeyen; bu sebeplerle, dolaylı olarak, kamu otoritesinin denetimden vareste kalmasının imkânlarını sağlayan insan.
İkinci sebep, demokrasinin imkânlarına kavuştukça; uzun süredir bastırılmışlığından bir yay gibi fırlayan insan tipinin, şahsi sorumluluktan yoksun özgürlük anlayışıyla zuhur etmiş olmasıdır. Bu tip insan, hak mefhumunu kamusal bir mesele olarak görmez; bunu sadece kendi şahsı veya mensubu olduğu topluluk ile sınırlı telakki eder: Son tahlilde, kendisini başkalarına karşı sorumlu hissetmez; yasak, görev ve itaati sadece başkalarından bekler ve yetkilerin başkaları için keyfi kullanımlarına ses çıkarmaz, ancak kendisi aynı duruma maruz kaldığında keyfiliklerin zorbalık olduğunu haykırır.
Tutuklu milletvekillerinin “hukuki” durumları üzerine fikir yürüten (çoğunlukla faile bakıp fiili değerlendiren) birçok kişi, buraya kadar tasvir etmeye çalıştığımız hukuk devleti ile kanun devleti arasındaki farkı ya bilmemekle ya da görememekle maluldür. “Yasanın hükmü böyle, yapılabilecek bir şey yok” demek; demokrasinin Egemen’inin halk değil, yargı sınıfı olduğunu, dolayısıyla o sınıfın “kanun hükmü” olarak sunduğu yanlış şeyi, kendiliğinden doğru addedip, adaletin yerine geçtiğini kabul etmeye muadildir.
Somut bir örnek olayı hatırlatarak daha açıklayıcı olmaya çalışalım. 12 Eylül döneminde yaşı tutmadığı için idam cezası verilemeyen bir gencin, yaşı büyütülerek asılması, yargıçların “kanun hükümleri”ne “uygun” karar vermeleriyle mümkün oldu. İnfazdan yıllar sonra, o gencin suçsuz olduğu ortaya çıktı. Ama artık olan olmuştu: Kanun hükümlerinin uygunluğuna dayanan yanlış, “doğru” şeklinde, adaletin yerine çoktan geçmişti…
Demokratik politikada Egemen halk ise o egemenliğin önemli politik göstergeleri olan seçim, parlamento, eşitlik, adalet… gibi mefhumlara halel getirmeyen hukuk düzenini de halk ve temsilcileri yaratmak zorundadır. Bu, aynı zamanda, yukarıda bahsettiğimiz, yargı ile politika arasındaki bir sınıf savaşından çok, demokrasinin yeniden tesisinin savaşıdır. Unutmamak gerekir ki, Kanun Devleti, politikayı ilanihaye dost-düşman ayırımına dayanan bir kurt kapanına sıkıştırır. Ancak Hukuk Devleti, “düşman” addedileni “muarız”a tahvil ederek demokrasiye dâhil hale getirir. Bunun içindir ki, politikanın hayati ihtiyacı kanun değil, hukuk devletidir.
Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay