Mutsuzluk, İş Dünyasındaki En Önemli Sorunlardan Biri
Kronik Mutsuzluğun Nedenleri ve Çözüm Yolları
ŞEHİR hayatının negatif enerjiyle trafiği, kent insanında dalga dalga yayılan mutsuzluk hastalığını artırıyor. Madde ile mana dünyaları arasındaki uçurumun açılması, iş-özel hayat dengesindeki sapmalar umutsuzluğu derinleştiriyor. Eğitimli insanların eğitimsiz insanlardan daha mutsuz olduğu belirtiliyor.
Dünya Sağlık Örgütü tahminlerine göre, 2030 yılında dünya genelinde intihar sayısı 1 milyonun üzerine çıkacak. İngiliz hükümeti geçtiğimiz günlerde “İntiharları Önlemekten Sorumlu Bakan” atayarak bir ilke imza attı. Peki, artan mutsuzluğun ve umutsuzluğun nedeni ne? Doktorlar ve kişisel gelişim uzmanları, kent hayatındaki kronik mutsuzluğun nedenlerini ve çözüm yollarını anlattı.
EĞİTİMLE ARASINDA TERS ORANTI
Geleceğini Değiştirme Kılavuzu kitabının yazarı, iç hastalıkları uzmanı Dr. Erkan Sarıyıldız’a göre, son 20 yılda insanlık teknolojiden tıbbi gelişmelere kadar her alanda her şeye çok kolay ulaşabiliyor. Ama artık daha yalnız ve daha mutsuz. Mutluluğun tanımı, istediklerine ulaşma halinin yarattığı durum iken, insan mutluluğun tersine bir seyir izlemesi ironik ve şaşırtıcı. “Mutluluğun eğitimin, maddi imkanların artması ile doğru orantılı olduğunu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Yapılan çalışmalar eğitimle mutluluk arasında ters orantı olduğunu gösteriyor.
Grafikler, okulu bitirmeyen kişilerde mutluluk oranının daha yüksek olduğu, aylık gelirle mutluluğun beklenilen artış trendinin hiç de düşünüldüğü gibi olmadığını yüzümüze çarpıyor” diyen Sarı-yıldız, mutsuzluğun dalga dalga yayıldığını söylüyor. Sarıyıldız’a göre insanlar bireyselliği yücelten bir hale büründü. Ne olduğundan ziyade kendini nasıl sunduğunun önemli olduğu bir çağdayız. İlişkiler faydacılık üzerine kurulu, sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla cümleler kısaldı, her şeyi çabuk tüketiyoruz. İnsanların en büyük yanılgısı ise, mutluluğun bir şeylerin çoğalmasıyla mümkün olacağı düşüncesi. Daha yeni bir model telefon aldığında, daha değişik destinasyonlarda tatil yaptığında, daha güzel ya da yakışıklı biriyle birlikte olduğunda, sosyal medyada daha çok beğeni aldığında, terfi edildiğinde mutluluk da gelecek sanıyoruz. Bunun nedeni nedir diye şapkamızı önümüze koyup düşünme vaktinin geldiğine işaret eden Sarıyıldız, şunları aktarıyor:
SORUN HAZ ODAKLI OLMAK
Metropol Dervişi kitabının yazarı, Okan Üniversitesi Öğretim Görevlisi Cem özüak’a göre ise, mutsuzuz çünkü mutluluğu arzularımızda ve hazlarda arıyoruz. İnsanoğlu hiçbir dönemde arzularına ve hazza bu kadar bağımlı bir hayat yaşamamıştı. Yediğimiz cipsin içinde bile beynimizin daha fazla haz duymasını sağlayan maddeler var. Kişinin gerçek mutluluğu ise hazza odaklı bir hayat yaşama isteğini terk etmesiyle gelir. “Hazlarm gelip geçici özelliğinden dolayı hayatın anlamını arayan insan sayısı da günümüzde hiçbir dönemde olmadığı kadar artış göstermiş durumda. Çünkü pek çok kişi arzuladığı her şeye ulaşabilir durumda. Dünya hiçbir döneminde bu kadar bolluk ve bereket içinde olmamıştı. Normal şartlarda sadece tropikal ülkelerde bulunabilen bir meyve suyunu buzdolabımızda bulundurabiliyor-sak eğer, bolluk içinde yaşıyoruz demektir. Bundan 300 yıl önce imparatorlar bile böyle bir lükse sahip değildi. Dünyanın bu kadar bolluk içinde olması haz odaklı bir toplumu da beraberinde getirdi” diyen Özüak’ın aktardıklarına göre, beş duyumuz ve tüm arzularımız hazla boğulmuş durumda. Hazza o kadar bağımlıyız ki tüm hayatımız hazzı kesintisiz olarak yaşamaya çalışmakla geçiyor.
Peki, mutlu olmak için ne yapmalıyız? Öziiak bu soruya şöyle cevap veriyor:
“Öncelikle mutlu olmaya çalışmaktan vazgeçmeliyiz. Çünkü bu duygu da bizi mutsuz yapıyor. Ayrıca hayatın anlamının mutlu olmakta değil, farkmdalıkta olduğunu anlamamız gerekiyor. Bunun için de arzulara dayalı bir hayat yaşamayı bırakmalıyız. Aksi takdirde tatmin edilmeyen her arzu bizi mutsuz edecektir. Bir insanın hayatta altı tane temel arzusu vardır. Aile, yemek, cinsellik, para, itibar-güç ve bilgi. Tüm hayatımızı bu arzulara ulaşmak için harcıyoruz. Zihin bu arzularla fazlasıyla meşgulken evrensel bilincimizin açılması mümkün değil. Dünya hayatına yönelik arzularımızın olması elbette normaldir ve sağlıklı bir yaşam için gereklidir de. Ancak herhangi bir arzuya aşırı bağımlılık o arzunun tatmin olmasını sağlamadığı gibi farkmdalığa da engel olur. İnsanın bu hayatta tüm arzularından vazgeçmesi mümkündür ancak olumsuz sonuçlar doğurabilir. Bu yüzden vazgeçmelerimizi de dengeli yapmalıyız. Sistem bize, sahip oldukça özgürleşeceğimizi vaat ediyor. Biz de sahip olamadıklarımız için üzülüyoruz. Halbuki gerçek özgürlük sahip olmakla değil ihtiyaç duymamakla gelir. Ne kadar çok şeye sahip olduğumuz değil, ne kadar az şeye ihtiyaç duyduğumuzla ölçmeliyiz özgürlüğü.”
DIŞ DÜNYAYI İYİ ALGILAYANLAR MUTLU
Ruh sağlığının yerinde olmasının her zaman mutlu olmak anlamına gelmediğini vurgulayan Psikiyatrisi Prof. Dr. Nesrin Dilbaz, “Bizim her an mutlu olmamız mümkün değil. Böyle bir beklenti de doğru değil. Ama şu an geldiğimiz noktada, herkesin ruh sağlığı yerinde olmaktan anladığı şey bu; mutlu olmak. Bizim tanımlamamız ise özellikle, kendi potansiyellerini gerçekleştirebilecek, yaşamın normal stresi ile baş edebilecek, verimli ve üretken çalışabilecek, topluma katkıda bulunabilecek kadar iyi olma hali. Bakın hiç içinde mutlu olmak geçmiyor. Yaşamın zorlukları, yaşamın stresleri ile baş etmek geçiyor. Yaşamın zorlukları ile baş edebilmek, zihinsel dayanıklılığın özelliklerinden bir tanesi. Bu anlamda baktığımızda da iyi ruh sağlığı olanların, dış dünyayı iyi algıladıklarını görüyoruz. Dış dünyayı sağlıklı algıladıklarında, zaten işler daha kolay gidiyor” diyor.
BEYNİMİZİN AMACI NE?
Beynimizin asıl amacının bizi mutlu etmek değil, bizi hayatta tutmak olduğuna vurgu yapan NeuroFormat Sistemi Kurucusu, Yazar Barış Muslu’ya göre, bu yüzden de beyin tehlikeleri, başka bir deyişle travmaları her şeyin önünde tutuyor Bilinçaltında zaman kavramı olmadığı için geçmişte yaşanmış travmalar tetiklendiklerinde günümüze de etki etmeye devam ediyor. O nedenle travmaları temizlemeden pozitif düşünmenin imkanı yok. Beyin, pozitif düşünceyle, geçmişteki bir travmanın yarattığı tehlike arasında seçim yapmak zorunda kaldığında, her zaman travmayı öne çıkartmayı seçiyor. Bu noktada travmaları temizlemenin çok önemli olduğunu aktaran Muslu sözlerini şöyle sürdürüyor:
KALİTESİZ UYKU BÜYÜK SORUN
Geleceğe dair belirsizliklerin, korku ve kaygıya yol açarak uyku sistemine zarar vermeye başladığına işaret eden kurumsal yönetici koçu, yazar Fırat Çakır’a göre, buna bağlı olarak da hormonal dengeler bozuluyor. Çakır, “Kalitesiz uyku sebebiyle konsantrasyon eksikliği, enerji düşüklüğü, kas ağrıları ve mutsuzluk gibi birçok rahatsızlık yaşanmakta. Uyku merkezinin derin uyku döneminde yapmakta olduğu dördüncü tedavi, hormonları dengelemektir. Hormonlar dengelenmediğinde vücut mutluluk hormonu serotonini üretemeyip yoğun miktarda majör stres hormonu olan kortizol üretmeye başlıyor. Bu durum mutsuzluğun başlıca sebebi olmakla birlikte yorgunluk, tükenmişlik sendromu ve depresyona da yol açabiliyor. Aynı uyku merkezi gibi zarar gören sinir sistemi de gerekli tedbirler alınmadığı takdirde çökme noktasına gelerek öfke patlamalarına neden olabiliyor” diyor. Çakır şunları aktarıyor:
“Her insan aklında var olanı büyütür. Mutsuzluğa yenilip enerjisini kaybeden kişiler bir zaman sonra farkına varmadan yaşam enerjilerini de kaybeder. Yaşam enerjisi tükenmiş birinin hayattan keyif almasını beklemek anlamsız olur. Kaliteli uyku haricinde sağlıklı ve düzenli beslenmek, C vitamini zengin olan meyveler tüketmek, B kompleks vitaminler açısından zengin koyu yeşil yapraklı sebze ve salatalar tüketmek, siyah çekirdekli kuru üzüm, hurma, siyah kuru erik, gün kurusu ve kuru incir gibi beyin için faydalı gıdalar yemek, kafein tüketimini azaltıp su tüketimini artırmak ve suyun canlı olmasına önem göstermek gibi şeylere dikkat etmeliyiz. Bilinçaltını temizleyebilmek adına bilhassa alfa frekansında 528 Hertz müzikler dinlemek. Vücuda serotonin hormonu salgılatacak sarı kantoron çayı benzeri çaylar içmek. Doğru nefes almayı öğrenmek…”
BİLİNÇALTI KAYITLARININ KÖKENİ
Günümüzün önemli bir kısmını iş yerinde geçirdiğimiz için, iş hayatındaki mutluluğun genel mutluluğumuzun da altyapısını oluşturduğunu ifade eden Klinik Psikolog Selda Soytürk Akyılmaz’a göre, birçok kişi yaptığı işe para kazanma aracı olarak bakıyor. İş hayatım, başarmanın ve onaylanmanın basamakları olarak görüyor. Asıl sıkıntı da burada başlıyor. Çünkü işini gerçekten severek yapan insan sayısı çok az. İstediği işte, istediği konumda, istediği paraya çalışan birçok kişi de mutsuz. Ailelerin ve toplumun yüklediği bitmez tükenmez para ve kariyer hırsı çalışanı doyumsuzlu-ğa itiyor. Ruhsal dünyadan uzaklaşan kişi, yaşamdan zevk almaktan, sosyalleşmekten ve hatta kendisiyle bile barışık olmaktan uzaklaşıyor. İş ortamındaki motivasyonumuzun, performansımızın, hatta iş arkadaşlarımızla iletişimimizin dahi bilinçaltımızdaki kayıtlarla bağlantılı olduğunu ifade eden Akyılmaz şunları aktarıyor:
Gerekiyorsa profesyonel destek alın
Kişiyi çaresizliğe iten problemlerin çözülemeyişi, intihara sürüklüyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, 2015 yılında Dünya’da 800 bin kişi intihar sonucu hayatını kaybetti. 2030 yılında intihar sayısının 1 milyonun üzerine çıkacağı tahmin ediliyor. “İntiharı tetikleyen etmenler kişide çoğunlukla birden fazla şekilde ve birbiri içine geçmiş şekilde bulunmaktadır” diyen Yrd. Doç. Dr. Fatma Duygu Yertutanol şunları aktarıyor:
Burcu POLATDEMİR / NLP Uzmanı
“Duygusal tatmin çocuklukta başlar”
İş hayatındaki mutsuzluklarımız genellikle okul hayatındaki sorumluluğun yer değiştirmesiyle başlıyor. Yaşanan bu genel tatminsizlik durumunda yetiştirilme tarzımızın, kültürümüzün, yaşadığımız coğrafyanın etkisi var. Zihninizde başarı kriterinin tam olarak nerede konumlandırıldığı önemli bir nokta. İyi kazanmak, saygı görmek, başarılı olmak gibi kriterler kişiden kişiye göre değişiyor. Peki, mutsuzluk sendromuna çözüm bulmak için ne yapmak gerekir? Bu konuda da tatmin yine çocukluktan itibaren şu anki davranışa karşılık gelen eksik duygunun tatminidir. Ailesi istediği için, şartlar öyle gerektirdiği için, farklı mesleklerde hayalinin tam zıttı işlerde çalışmak zorunda kalan birçok beyaz yakalı mevcut. Mutsuzluğun asıl kaynağı ise, bilinçaltındaki duygusal eksikliğin tamamlanamamış olmasıdır. Yetiştirilirken yetersizlik duygusu verilmiş kişi unvan alarak bunu tatmin etmek isteyebilir.
Bunlar Maslov’un kişilik ihtiyaçlar hiyerarşisinde saygı görme, ait olma, kendini gerçekleştirme duygularının ihtiyaçlarıdır. Bu duyguları çocukluktan itibaren tatmin olmuş bir bireyin, işinde mutsuzluk yaşamadığı görülür. İş dışında sosyal eğitim grupları veya yeni hobilerle bu duygularını besler. Çocukluğunda ihtiyaçlar hiyerarşisini sağlıklı tamamlayan bir bireyin hangi mesleği yaptığının bir önemi yoktur. Duygusal tatmin yani ‘ben de varım’ duygusu insan olmanın olmazsa olmazıdır.
Yasemin SARI / Renk Terapi Uzmanı
“Kırmızı ile eflatunu dengelemek önemli”
Şehir insanının genel mutsuzluk hali, ya renk enerji dengesinin bozulmasından kaynaklanabilir. Bu durumda renklerle analiz ile kodları çözüp kişiye hangi renklerle şifalanacağmı söyleyebiliriz” diyen Yasemin Sarı, iş hayatında özellikle üç rengin Önemli olduğuna vurgu yapıyor.
Kırmızı: Atak ve güçlü yapısı ile maddi enerjinin ilk rengi. Kırmızı ile madde görünür hale gelirken maddenin sembolü de para oluyor. Maddi gücümüz sahip olduğumuz para ile ölçülüyor. Kırmızı enerji para ile ilişkimizi düzenliyor.
Eflatun: Sanatın ve ruhsallığın rengi.
Maddeyi aşıp manaya varırız eflatunla. Esnek yapısı kişiye değişmesinde destek sağlar. Eğer şehir yaşamında kronik mutsuzluktan yakınıyorsak sebebi materyallere bağlanmış olmamız olabilir. Bu durumda soyutlama yeteneğimizi geliştirmeye gayret etmek isabetli olacaktır. Yapmamız gereken kırmızı ile eflatunu, madde ile manayı dengelemek.
Yeşil: Yeşil alanlarda vakit geçirmek doğa ile bağlantımızı kuvvetlendirir ve genişletir. Yeşil beslenme bu noktada çok önemlidir. Bedenin ağırlığından kurtulması için destekleyicidir. Yeşil ve pembe dengesi huzur ve güven getirir.
Burcu GÜRBÜZ / Kozmik Enerji Terapisti
“Bakış açınızı değiştirin”
“Keşke maaşım bu olsaydı”,”Cumartesi mesai olmasaydı”,”Onun yerine ben terfi etseydim” gibi cümlelerden oluşan istek listesi asla bitmez. Oysa mutluluğun bulunduğumuz konum ve şartlarla ilgili değil de, kendi içimizdeki huzur ve tamamlanma ile alakalı olduğunun farkına varmalıyız. Helenistik felsefenin önemli düşünürlerinden biri olan Epikür, insanın mal ve eşya alabilmek üzere değil, çalışmanın zevki için çalışması gerektiği görüşünü öne sürmüştür. Bakış açınızı değiştirin. Çalışmayı zorunluluk olarak görmek yerine, sizi genç ve dinamik tutan bir eylem olarak bakmaya çalışın. Yaptığınız işin neyinden hoşlanmadığınızı konuşmak ve paylaşmak yerine sizi memnun ettiği taraflarını not edin. Çalışma arkadaşlarınızla aranızda daha dinamik ve keyifli bir çalışma ortamı yaratmak için iş arkadaşlarınızı yakından tanımaya çalışın. Planlı ilerleyin. Bir işi parça parça yapmak yerine tek seferde bitirip kendinize 10 dakikalık molalar ayırın.
Dilek FAKA / Dale Carnegie Akademi Türkiye Genel Müdürü
“Her şey iki hormona bağlı”
Gelişen FMRI teknolojisi (beynin görüntülenmesi) ile neuroscience alanındaki son çalışmalar, bir amaca ya da hedefe yönelik istek duymaya başlamamızı ve harekete geçmemizi sağlayan dopamin hormonu sayesinde motivasyon meselesinin kafamızın içinde şekillendiğini söylüyor. Dopaminin beynin içindeki yolculuğunda uğradığı ilk durak nucleus accumens. Bu durak, aynen bir radar gibi gelen uyaran ile tetikleniyor ve beyne bir geri bildirim yolluyor.
Geri bildirimi alan beyin, dopamin hormonu salınımı yeterliyse ödül beklentisini artırırken, tehdit beklentisini azaltıyor.
Ve siz de ilgili uyarana karşı motive oluyor harekete geçiyorsunuz. Bilimsel çalışmaların sonuçlan, insan kaynaklan ve yetenek yönetimi uygulamaları üstündeki etkileri açısından kıymetli ve dikkate değer. Sonuçlar gösteriyor ki, beynin neuroplasticity yani yeniden şekillenebilme ve öğrenme yeteneği kullanılarak çalışanların motivasyonları sağlanabilir, kurum bağlılıkları ve en nihayetinde verimlikleri artabilir. Ve en nihayetinde, dopamine motivasyonu sağlıyorsa, ekibine doğal yollarla dopamine salgılatan yönetici ve liderler yetiştirilebilir.
Yöneticilerin beklenmedik zamanda verdiği bir takdir, dopamin salınımmı vücutta arttırıyor ve çalışanın beynine şu mesajı veriyor: Ne yapıyorsan aynısını hep yap, çünkü harika hissediyorum. Kapınızı çalan ve bir sorunun çözümü için size başvuran çalışana direkt sonucu söyleyerek, ne yapması gerektiğini anlattığınızda dopamin salgılayan sizsiniz. O yüzden yöneticiler olarak tüm cevapları bir çırpıda vermek konusunda bu denli istekliyiz. Oysa cevabı direkt olarak vermek yerine sorular sorarak o kişiye buldurmak sizin yerinize onun dopamin salgılamasını sağlıyor. Bu durumda da çalışanın, problemleri eskalasyon yerine kendisinin çözmeye çalışma konusunda isteği ve motivasyonu artıyor.
Gelelim güven unsuruna… Oksitosin denen bir hormonun güveni yarattığı artık çok net ve kesin bir şekilde kanıtlandı. Oksitosin seviyesinin düşük olduğu zamanlardaki hareketlerde insanların güven seviyeleri farklılaşıyor.
O yüzden ben size ne kadar oksitosin salgılatabiliyorsam, siz bana o kadar güveniyorsunuz, ben o güveni hissettiğim zaman benim o güvenilirliğim de artıyor. Bunu iş hayatına bağladığımız kısmı da tam da burası. Bağlı çalışanınıza zorlu, kendisini aşmasını sağlayacak hedefler vermek ve o aşamada o kişiye yardımcı olmak güveni tetikleyen 9P bir unsur. Kendi hatalarımızdan bahsetmek ve kendimizi o kişiye açabilmek de önemli bir etken. Yetkiyi paylaştığımız zaman yine aynı şekilde oksitosin seviyesi salgılatıyoruz. Tamamen bu parametreler üzerine kurulu bir sistemimiz var. Gereğinden fazla stresli ortamlar oksitosin salgısını baskılıyor. Artan kalp atışı ve kan dolaşım hızı, etrafla bağlantı kurmamızı ve diğerlerini anlamamızı zorlaştırıyor. Bununla birlikte orta seviyede stres oksitosin salgısını artırıyor. Stres seviyesi artınca etrafımızdakilere yardım istemek için yönelmemiz gibi. Östrojen seviyesinin yüksek olması oksitosin salgısını da artırıyor. Bu, kadınların çevreleriyle erkeklere oranla daha rahat iletişim kurmasının arkasındaki biyolojik nedenlerden biri. Liderlikte de kadınların kuvvetli avantajlarından. Testosteron hormonu da oksitosin baskılayan bir hormon. Erkeklerde kadınlara göre 5 ila 10 kat fazla olan testosteron, erkeklerin kadınlara göre daha kendilerine odaklı ve çevrenin ihtiyaçlarına karşı daha az duyarlı olmasını da açıklıyor.
Yalnız yemek hasta ediyor
Her gün en az iki öğünü yalnız başınıza yiyorsanız, Diyetisyen Emre Uzun’un bir uyarısı var: “Metabolik Sendrom kapınızda olabilir!” Metabolik sendrom, beyaz yakalı iş insanlarının özellikle kent merkezlerinde ve kitleler halinde çalışmaya başlamasıyla ortaya çıkmış bir hastalıklar bütünü. Öyle ki bugün yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, diyabet başlangıcı veya tip 2 diyabet, kanda yağ miktarının artışı ve karın bölgesinde yağlanma ile kendini belli eden bir grup sağlık sorununa verilen genel isim. Peki, bu hastalıklar demetiyle yalnız yemenin ne ilgisi var? Var, çünkü yalnız yemenin siz farkına bile varmadan alışkanlığınız haline gelen bazı rutinleri var. Güney Kore’de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, özellikle öğle yemeğini yalnız başına yiyen erkeklerde obezite riskinin yüzde 45, metabolik sendroma yakalanma B riskinin ise yüzde 64 yükseldiği gözlenmiş. Kadınlarda durum
Ibu kadar vahim değilse de yine de farklı sayılmaz. Çünkü yalnız yemek yerken, arkadaşlarımızla birlikte yediğimizden farklı eğilimler içinde oluyoruz. Örneğin en yakın restorana gidip, kimsenin karışmayacağını bildiğimiz için gazlı içecek sipariş ediyoruz. Üzerine tatlı yiyip, nasılsa etrafta rahatsız olan yok diyerek birkaç da sigara içiyoruz. Bütün bunlar bir yana, yalnız yemeğe çıkan insanların daha çok yeme ve daha sağlıksız gıdaları seçme eğiliminde olduğu da saptanmış İnsanların yalnız yeme sebeplerinden biri de sosyallikten uzak olmaları. Örneğin çoğu çekingen, sessiz veya çevreye karşı güvensiz olabiliyorlar. “Hepsi bu kadar da değil. Yalnız yemek yedikleri için ya da sosyalleşemedikleri için stresin yol açtığı hastalıklara, örneğin kalp hastalıklarına, diyabete, yüksek tansiyona yakalanma riskleri daha fazla oluyor.
İşte bu yüzden metabolik sendrom söz konusu olduğunda diyetisyenlerin ve psikologların koordineli çalışması gerekir” diyen Uzun, yalnız yerken yaptığımız hatalarla, sağlığımızı günde 15 sigara içmiş kadar olumsuz etkileyebiliyoruz.
ÜRÜN DİRİER