Müslüman Toplumların Yeni Anayasa Süreci
Türkiye dâhil bütün İslam toplumları yeni bir anayasa yapma aşamasında…
Yeni anayasa yapımında dikkat edilmesi gereken önemli bir husus: Tarihi süreç içinde, bu toplumlar üç ana konuda iç çatışma yaşadı: Adalet-i mahza ile adalet-i izafiye; hilafet ile saltanat ve din ile milliyet çatışmaları. İslam gibi ortak bir üst kimliğe sahip ve yüzyıllardır karışıp kaynaşarak bütünleşmiş iki kardeş Müslüman topluluk olan Türkler ve Kürtler arasında yaşanan etnik merkezli iç çatışma, tarihte yaşanan bu üç çatışmanın tipik bir örneğidir. Çalışmalarına başlanan ve diğer İslam toplumlarına da emsal alınacak yeni anayasanın temel işlevlerinden birisinin de bahsi geçen bu çatışmaları sonlandırarak, ortak bir geleceğin kapısını aralaması olmalıdır.
Adalet-i mahza, ‘bir şeye göre’ adalet değil, sırf/salt adalettir. Ne bir ırkı, ne bir zümreyi, ne bir şahsı veya ideolojiyi merkez almayan, bunlara göreli olmayan adalet anlayışıdır. Tüm normatif kuralların salt hakka ve hukukun üstünlüğüne izafe edilerek yapılmasıdır. Kısaca verilecek hüküm, kişilerin cinsiyetine, ırkına, zümresine ve ideolojisine göre farklılaşmaz. Tek bir hüküm verilir. O hüküm de salt adaleti temsil eder. İzafi adalet ise, adaletin siyasete, ırka, zümreye, diktatöre görelileşmesi; bunlardan birinin merkeze alınarak hüküm verilmesidir. Arap Baharı’nda değişimlerin konusu, yıllarca kişiye, aile ve zümreye göreli düzenlerdir. Yani, izafi adalete baş kaldırılmıştır.
Irk, çıkar, ideoloji, diktatör, zümre, ruhban merkezli izafi adalet anlayışları İslam’ın adalet anlayışına zıttır. Eğer bir toplum, bu öznelerden birine izafetle devlet ve adalet mekanizmasını yapılandırırsa, yasaları bunlara göre üretirse, adalet-i mahza; yani sırf adalet gerçekleşmez. Toplum ve bireyler bu tür bir adalet anlayışı ile zulmeden ve zulme uğrayan olarak iki kategoriye ayrılır. İnsan yaratılışı itibarıyla ancak adalet-i mahza ile tatmin olabilir. Toplumlarda yaşanan tahakküm ve isyanın; statükoyu koruma-değiştirme gerilimlerinin kaynağı adalet-i izafiyedir. Çünkü, toplumlar adaletin izafe edildiği merkezi özneler arasında el değiştirir durur. Farklı özneler etrafında kümelenen toplum kesimleri birbirleri ile çatışır. Bir diktatör gelir, diğerinin yerini alır; bir ideoloji gelir, ötekini yıkar ve kendi izafi adaletini tesis eder. Bir ırk merkezî ele geçirir, diğer ırka tahakküm eder.
Adalet-i izafiyenin saltanat üretmesi kaçınılmazdır. İslam düşüncesinde, hilafet, saltanatın zıddıdır. Ancak, İslam’ın birçok kavramı gibi hilafet kavramı da çarpıtıldı. Hilafet günümüzde Batı’daki teokrasinin, yani ruhban sınıfı merkezli siyasal saltanatın karşılığı olarak algılanmaktadır. Oysa, bu kavram adalet-i mahzayı temsil eder. İslam toplumlarının geçmişinde yaşanan hilafet-saltanat çatışması bu anlamda günümüze ışık tutmaktadır. İslam, gücünü genel istişare olan seçimden, liyakat ve adalet ilkesinden almayan, bir ırka, güce, sultana, ruhbana izafi bir hukuk sistemi kurmaya çalışan anlayışlara karşı savaş açmıştır. Kişi, zümre, ideoloji veya ruhban reyine göre yapılanan izafi adalet yerine meşveret, yani istişare, ortak akıl ve liyakate dayalı adalet-i mahzayı ikame etmiştir.
Saltanat, bir kişi, zümre veya ideolojiye izafetle sistemleşmiş siyasî, hukukî ve askerî yapıları ifade eder. Bu yapılar, merkezdeki özneye izafetle, bu öznenin otoritesini, sultasını, çıkarlarını koruyan bir formatta şekillenmiştir. Böylece toplum merkezdeki kişi, zümre veya ideolojinin nesnesi haline gelmiştir. Yasalar, kurumlar, rejim bu merkeze bakar. Bu merkezî sultaya bakmayan, yani ona göre konumlanmayan her şey dışarıda kalır, düşman ve iç tehdit ilan edilir. Saltanat öznesi izafi olduğu için, adaleti de izafi olacaktır. Merkezdeki gücünü ve sürekliliğini sürdürebilmek için mutlaka izafi bir şeyi, örneğin bir ırkı, bir kutsal kişi veya ruhban sınıfı, bir ideolojiyi temsil etmeye mecbur kalacaktır. Saltanat kaçınılmaz bir şekilde güce dayanacaktır. Devlet, siyaset, kurumlar ve özellikle de adalet böyle bir güce izafi olarak şekillendiğinde, saltanat merkezli bir toplum oluşacaktır. Saltanat merkezli toplumlarda, tek bir kişi, zümre veya ideoloji belirleyicidir. Ortak akıl yoktur; istişare yoktur. Liyakat aranmaz; tebaiyet ve sadakat aranır.
VASATTAKİ ORTAKLIKLARI BULMAK
İnsanlar, her durumda üç seçenek ile karşı karşıya bulunurlar: İfrat, tefrit ve vasat… Merkeze çıkarını koyan bir insan çıkar merkezli ifrat tutum ve davranışlar içine girer. Meşru çıkarını dahi koruyamama, tefrit tutum ve davranış özelliği taşır. Vasat ise, kimsenin hakkına tecavüz etmeme; kendi meşru hakkını da koruma tutumudur. İşte, İslam’da “Din” kavramı “sırat-ı müstakim” olarak isimlendirilen vasat tutumu temsil etmektedir. İfrat, tefrit ve vasat kavramları, toplumsal yaşam düzeyinde, hatta küresel boyutlarda da ortaya çıkar. 1890 küreselleşmesinde öne çıkan milliyet/ulus kavramı da, ifrat, tefrit ve vasat boyutlarda anlamlar kazanmıştır. Bu dönemde, bizatihi din haline getirilen milliyet, diğer milliyetlere karşı vasatı; adalet-i mahzayı temsil edememiştir. Din ile milliyet arasındaki ilişki, vasatı temsil eden din yerine milliyetin dine hâkim olduğu, dini hükmü altına aldığı ve bizatihi dinleştiği durumlarda bozulur. İslam, milliyeti kabul eder. Çünkü fıtri, ontolojik bir hakikattir. Ancak, milliyet başka milliyetlere tahakküm aracı ya da başka milliyetlerin tahakkümü altına düşme sebebi kabul edilemez. Bu sebeple, İslam, milliyet merkezli, milliyete izafi yapılarla da çatışmıştır. İslam’ın bu tutumu ve mukabil ilkeleri, evrenselliğinin sebebini oluşturmaktadır.