Medya Algısında Kadına Şiddet
Medya ve Toplum Algısında Kadına Şiddet
İnsanların sorunlarla başa çıkma biçimleri çeşitlidir.
Kimi zaman sorunların ortasına balıklama dalarız. Kimi zaman enine boyuna düşünüp öyle harekete geçeriz. Kimi durumlarda ise yalnızca bekleriz. Görmezden gelir, yok sayarız. Büyük sorunlar karşısında genellikle sonuncusunu tercih ederiz.
Türkiye’de kadınlara yönelik şiddet karşısındaki tavrımız da görmezden gelmek şeklinde tezahür ediyor. Zira ortadaki sorun boyumuzu epey aşan ve bugünden yarına çözülmesi zor bir sorun. Bu nedenle gazetelerin manşetlerine çıksa bile görmezden gelmeye devam ediyoruz bu sorunu. Gerçekten de üçüncü sayfa haberleri ve televizyonlardaki haber bültenleri neredeyse her gün eşi, babası, abisi yahut erkek arkadaşı tarafından dövülen, işkence edilen ve öldürülen kadın haberleri ile dolup taşıyor. Peki, bu kadar göz önünde olmasına rağmen nasıl başarıyoruz bu sorunu görmezden gelmeyi?
Çünkü burada görmezden gelmeye dair farklı bir mekanizma işliyor. Söz konusu haberler çözüm arayışının bir parçası olarak değil, tiraj ve reyting kaygısının bir ürünü olarak haberleştiriliyor. Olaylar münferit olarak ve izleyici merakını tatmin etmek üzere araçsallaştırılıyor. Medyanın reality şov tadı verdiği ve cezbedici bir içeriğe dönüştürdüğü olaylar, günlük medya pazarında tüketilmek üzere servis ediliyor. Bu şekilde sunulan haber, ne kadar trajik bir olaya işaret ediyor olursa olsun her merak nesnesi gibi bir kez görüldükten sonra cazibesini yitiriyor. Ertesi gün gelen ve merak duygusunu kışkırtan yeni bir ölüm haberine kadar. Hal böyle olunca sorunun çözülmesi için gereken aktif tutumu sergilemek mümkün olmuyor ve görerek yok sayma süreci işliyor.
ŞİDDETİN KAYNAĞI ATAERKİLLİK Mİ?
Meselenin çözümü noktasında medyanın olayları ele alış ve işleyiş biçimi kadar hayati önem taşıyan bir başka nokta ise bireylerin meseleye yaklaşımları olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada en önemli engel, meseleye dair üretilen dilin sınırlılıkları ile imleniyor. Zira bu konu konuşulurken taraflar belli pozisyonlara hapsoluyorlar. Bu pozisyonların başında feminist bakış açısı ve onun karşısında geliştirilen anti-feminist çizgi geliyor. Feminist perspektif meselenin kaynağının ataerkillik olduğu ve şiddeti erkek egemen bakış açısının ürettiğini söylüyor. Feminist bakış açısını paylaşmayanlar ise farkında olarak yahut olmayarak sorunu konuşmamayı tercih ediyorlar. Çünkü bu meseleye dâhil olmanın aile kurumunda ve toplumsal yapımızda ciddi tahribatlar yaratan bir alana kapı aralayacağından endişe ediyorlar. Bu durum, sorunun çözümü için ihtiyaç duyulan tartışma zemininin ya hiç oluşmamasına, ya magazin sınırlarını aşamamasına yahut da çatışmacı bir ortama mahkûm olmasına sebep oluyor.
Oysa bu meseleyi konuşurken üçüncü pozisyona ihtiyaç duyuluyor. Meselenin kökenlerine dair var olan kabulleri bir yana bırakmak bu pozisyonun oluşması için elzem görünüyor. Söz konusu kabullerin başında, kadına yönelik şiddetin kaynağının “ataerkillik” olduğu kabulü geliyor ve şu soru kendisini dayatıyor: Acaba bu şiddetin ne kadarını ataerkillik dediğimiz sistem üretiyor?
Bu sorunun cevabını aramaya başlamadan önce ataerkilliğin insanların tarih boyunca bir arada yaşamaya çalışırken ürettikleri sistemlerden yalnızca biri olduğunu not etmek gerekiyor. Belli sorunlara cevap üretebildiği için ortaya çıkmış ve bu özelliğini koruyabildiği sürece de var olacak. Ayrıca her toplumsal sistem gibi saf bir halde değil, giderek melezleşen ve evrimleşen biçimde varlık sahnesinde yer alıyor. Yani saf halde bir ataerkil sistemin varlığından söz etmek mümkün görünmediği için bunun karşısında feministlerin sergilediği türden özcü ve kategorize edici karşıtlık da anlamsızlaşıyor.