Küreselleşme tasarruf oranı ve yeni anayasa
Benim en benimsediğim, bana en pratik gelen küreselleşme tanımlarının başında kamusal alanda “bize göre” kavramının sonuna gelinmiş olması. Özel alanda “bize göre”nin sonsuza yakın manevra kabiliyeti var, hatta belki de küreselleşme süreci özel alanda “bize göre”yi daha da genişletiyor ama kamusal alanda teknolojinin, üretim faktörlerinin adeta sonsuz seyyaliyetinin (mobilite) belirlediği kaçınılmaz bir yakınsallaşma söz konusu. Burada da önemli olan özel-alan kamusal alan farkını, ayırımını iyi belirlemek; çok başka bir dizi konunun yanında iktisat ve hukuk küreselleşmenin getirdiği, isterseniz dayatma da diyebilirsiniz, özü değişmeyecektir, yakınsallaşmanın, benzeşmenin, hatta aynılaşmanın en belirgin olduğu alanlar.
Bu kısa yorum yazısında vurguyu iktisadî büyüme-tasarruf oranları ve hukuksal yapılar (anayasa) üzerine yapmak istiyorum; iktisatçıların temel ilgi alanları etkinlik, bölüşüm gibi konular ama tüm bunların pratikte yansıması büyüme oranları oluyor. Orta ya da uzun vadede büyümeye yani refah artışına neden olmayan etkinliğin çok anlamlı olmayacağı gibi, büyüme ile desteklenmeyen daha adil bölüşüm çabaları da kalıcı olamayacaktır; büyüme, bir görüşe göre, tüm iktisadi tekniklerin kristalize olduğu bir sonuç bildirgesi gibi bir şey.
Yakın dönem iktisat tarihini, bir kritere, bir ölçüte göre sermaye hareketlerinin sınırlı ya da kısıtlı olduğu dönemlerle, sermaye hareketlerinin adeta sonsuz seyyaliyet kazandığı dönemler diye ayrıştırmak mümkün; sermaye hareketlerinin sınırlı ya da tümüyle kısıtlı olduğu dönemler kapalı ekonomilere, sermaye hareketlerinin sınırsız olduğu dönemler ise açık ekonomilere tekabül ediyorlar. Kapalı ekonomilerin de büyüme süreçleri ve bu süreçlerin motorları var, açık ekonomilerin de ama bu süreçler birbirlerinden çok ama çok büyük ölçüde farklılıklar gösteriyorlar. Kapalı ekonomilerin büyüme süreçleri ağırlıklı olarak iç (milli) tasarruf oranlarına ve teknolojiye bağlı iken, açık ekonomilerin büyümeleri, sermaye hareketlerinin sonsuza yaklaşan seyyaliyetine bağlı olarak, iç tasarruf oranlarının kısıtlayıcı çerçevesinden kurtulmuş durumda. Açık ekonomilerin büyümeleri artık küresel tasarruflara, bu küresel tasarrufların belirli coğrafyalara hangi ölçütlerle çekilebildiğine ve bir de eğitime bağlı gibi duruyor.
Kapalı ekonomilerde iç (milli) tasarruf oranları büyümenin temel belirleyicisi idi; düşük tasarruf üreten ekonomiler orta vadede düşük büyüdüler (mesela Türkiye), yüksek tasarruf oranı üreten ekonomiler ise yine orta vadede yüksek büyüme oranları yakaladılar (mesela Japonya, Güney Kore). İç tasarruf oranları uzun seneler iktisatçıların büyüme endeksli bakışlarında en ayrıcalıklı yere oturdular, büyüme çekişli yaklaşımların temel meselesi iç tasarrufları artırmak oldu; bu bakış açısı da haklı olarak yaklaşık tüm iktisatçıların zihinlerini şekillendirdi ve muhtemelen azımsanmayacak bir kesimde de hâlâ şekillendirmeye devam ediyor.
İÇ HUKUK-KÜRESEL TASARRUF DENGESİ
Ancak, bu arada dünyada, küresel ekonomide bir şeyler oldu, bilgi teknolojileri çekişli gelişmeler sermaye hareketlerinin ulusal sınırlarla kısıtlanmasını olanaksız kıldı, kısa vadeli sermaye hareketleri de, doğrudan sermaye yatırımları da orta ve uzun vadede en yüksek getiri üreten ama aynı zamanda bu yüksek getiriyi sürdürebilir kılan hukuksal yapılanmaları yaşama geçiren coğrafyalara yerleşmeye başladılar. Bu süreç makul bir sürede iç tasarruf oranının büyüme süreçlerindeki belirleyiciliğini, önemini demiyorum, bir ölçüde azalttı; önemini demiyorum zira yüksek tasarruf üreten ülkeler, coğrafyalar büyüme için sermaye hareketlerine daha az ihtiyaç duyuyorlar ve duymaya devam edecekler ama şimdilerde bir ekonominin geleneksel olarak düşük tasarruf üretmesi artık büyümenin önünde mutlak bir fren değil zira küresel tasarruflar yetersiz iç tasarrufları ikame edebiliyorlar.
Küresel tasarruflar, yetersiz iç tasarruf üreten coğrafyalarda bu eksikliği ikame edici bir fonksiyona sahipler ama ikame sürecinin de belirleyicileri, koşulları var. Küresel tasarruflar, kısa vadeli sermaye hareketleri ya da doğrudan sermaye yatırımı olarak bir ülkeye gelebiliyorlar ama bu gelişin bırakın orta vadeyi, kısa vadede bile dengesizlikler üretmemesi için girişlerin belirli ölçüde istikrarlı ve kalıcı olmasını gerektiriyor. Sermaye hareketlerinin, kısa vadeli, doğrudan yatırımlar ya da portföy yatırımları olsun, girişlerinin istikrarlı ve kalıcı olması getiri oranları kadar bu getirilerin zaman içinde istikrarına ve çıkış (exit) koşullarının güvenilirliğine çok büyük ölçüde bağlı; getirilerin yüksekliği değil ama söz konusu getirilerin istikrarına ve çıkış (exit) koşullarının güvenilirliğine iktisatçılar, uluslararası yatırımcılar “hukuk devleti” diyorlar.
Küreselleşmenin getirdiği en büyük dönüşümlerden biri, belki de en başındaki, büyüme süreçlerinde iç tasarruf oranlarının belirleyiciliğini yitirmesi ama iç tasarruf oranının yetersizliğinin küresel tasarruflarla kapatılmasının da çok önemli ön koşulları var ve ön koşulların başında da hukuk devleti kavramı geliyor; küresel tasarruf havuzundan en çok pay alabilen ülkeler, başka faktörlerin de yardımıyla, en yüksek büyüme oranlarını tutturacaklar ama küresel havuzdan en büyük payı çekebilme de ülkeyi en güvenilir kılmanın yani hukuk devletinin çerçevesinin yatırımcının alışageldiği ortamlarla benzeştirmenin bir fonksiyonu. Büyüme-demokrasi (hukuk devleti) ilişkisi ve nedensellik yönü küreselleşme sürecinde büyük ölçüde değişmiş bulunuyor; 50’li, 60’lı yıllarda hepimizin zihnini şekillendiren büyüme-hukuk devleti ilişkisi yani büyümenin, belirli bir kişi başına gelir eşiğini aşmasının hukuk devletinin ön koşulu olduğu varsayımı şimdilerde tamamen tersine dönmüş durumda. Hukuk devleti ve demokrasi 21. yüzyılda artık büyümenin ön koşulu haline gelmiştir; bu durum geleneksel olarak düşük tasarruf üreten tüm ülkeler ve özellikle de Türkiye için geçerli bir durumdur.
Türkiye daha yüksek büyümek, bu büyümeyi kalıcı kılabilmek için küresel tasarruf havuzundan her sene daha büyük paylar çekmek zorundadır; küresel havuzun en büyük alıcısı olabilmek ise bu havuza katkı yapan yabancı tasarrufçunun Türkiye’yi kaynaklarını uzun vadede emanet edilebilir bir ülke olarak görmesine bağlıdır. Bu “yabancı tasarrufların emanet edilebilirliği ortamı” da hukuk devleti demektir.
12 Haziran seçimlerinden sonra gündeme gelmesi kaçınılmaz olan yeni anayasaya biraz da böyle bakmak zorundayız; yeni anayasa yabancı tasarrufçuya Türkiye’nin bir sabıkasızlık belgesi gibi görünmelidir. Hukuk devletinin yükselecek çıtası Türkiye’nin geleneksel olarak düşük iç tasarruf üretme potansiyelini ikame edecek bir süreç olacaktır.
Aynı olumlu rolü tekrar rayına oturacak AB sürecinin de oynayabileceğini unutmayalım.
Eser Karakaş