Kimlik Mahremiyeti Olmayan Aleniliktir
Post modern dünyanın insanları, tarihte hiç görülmemiş olduğunu düşündüğüm kadar “kimim?” sorusu ile meşgul. Bu sorunun ontolojik bir soru olduğu aşikar. Ontoloji bazı soruları ayağa kaldırmakla başlıyor. “Kimim?” ya da “Kimdir?” gibi soruların da ontolojik sorular olduğu muhakkak. Ama bugün sorunlu olan durum, ontolojik sorunlarımızın temellendirilmesinde “kimim” ya da “kimdir?” sorularının sadece merkezi olmakla kalmayıp, ontolojinin yegane soruları olduğu yolundaki yaygın bakışın varlığıyla ilişkilidir.
“Kim” sorusu “kimlik biçmeyle” sonuçlanıyor. Bir bakıma çok sayıda bağ ya da nitelemelerle, sıfatlamalarla yüklü aidiyet dünyamızın bir “ekstresi”dir kimlikler. Kimlik ekstresi, tuhaf bir zihinsel kimya ile elde ediliyor. Bunun modern bir kimya olduğu, tarihin derinliklerinden gelmediğini biliyoruz. Modernlik öncesi dünyanın aidiyet bağları ve onu sembolize eden alametleri vardı ve günümüz insanını şaşırtan bir kültürel zenginlik içinde günlük hayatta tecessüm ederdi. Eski dünyanın ve geleneğin çok renkliliği, tanınma ihtiyacının bir fonksiyonuydu. İpsiz ve sapsız olanlar sevilmezdi. Öte yandan hiç kimse de ipsiz sapsız yaşamayı göze alamazdı. Onun için herkes aidiyetlerini ve bu aidiyetleri açığa çıkaran “sembollere” tutunurdu. Bu durumu “kimlik” olarak nitelendiremeyiz. Kimlik bir kültürel ekstre olarak, çok renkli sembolizmlerin geriletilmesinden türetilmiştir. Sanılanın aksine, aidiyet dünyalarının açığa çıkarılması ya da tescili değil; belki de tam tersine olarak aidiyet dünyamızdaki daralmanın eseridir kimlik.
Neden böyle oldu? Bunu sermayenin egemenliğinde yeniden yapılandırılan bir dünyanın içinde okumak gerekiyor. Çok renkli bir dünyanın devamı, sermayenin “akılcı” yapılandırılması ve işleyişine engeller çıkarıyordu. Aidiyet dünyaları birbiriyle tutarlı olmayan; ama olmaması da o kadar sorunlu olmayan bağları ifade eder. Oysa kimlikli bireylerden oluşan bir topluluk hayatı, öngörülebilir, önceden hesaplanabilir iş ve işlemleri mümkün kılar. Bu sebeple, modernist politikalar insanların aidiyet dünyalarına müdahale etmiş, kimlik standartları (yurttaş, sivil toplum, siyasal toplum, ulus, sınıf, insanlık vb.) geliştirmiştir.
Bunu daha berrak anlayabilmek için “aidiyet” ve “kimlik” kavramlarının arasındaki farklara bir göz atalım: Aidiyet bağları, kimliklere göre çok daha yumuşak, selim ve çok açılımlı bir yapıdadır. Gerek aidiyetler, gerek kimlikler ilişkisel olarak tecrübe edilir. Ama aidiyetlerden temellenen ilişkilerin mahiyeti kimliklerin yaşattıklarından alabildiğine farklıdır. Aidiyet yapılarının aleniyet-mahremiyet dağılımında karşılıklarının, dönüşümlü ve bu dönüşümlerin dengeli olduğunu düşünebiliriz. Aidiyetler tek tek insanların günlük hayatlarını kuşatan ve onları içine alan bir yapılanmadır. Dolayısıyla aidiyet tecrübesi, her ne kadar sembolik, yani biçimsel anlamda aleniyet özelliği kazanabilirse de; aleniyet onun “karar notası” değildir. Modernlik öncesi dünyada aleniyetleri ifade eden kamusallık ne o kadar belirleyici ne de süreklidir. Her aleniyet, bir mahremiyetin içinde örgütlenmiştir. Ne aleniyet ne de mahremiyet tek başına belirleyicidir. Belirleyici olan; bu iki karşıt tecrübenin birbirini içermesi ve birbirini dönüştürme kapasitesidir. Yani, modernlik öncesi dünyada hiçbir mahremiyet tecrübesi o denli mahrem kalmıyor, bir şekilde aleniyete kavuşuyor; bunun tersine olarak da hiçbir aleniyet tecrübesi o denli aleni kalamıyor, ilk fırsatta bir mahremiyete dönüşüyordu. Aidiyet duyguları ve tecrübeleri, işbu dönüşümün odağında yaşanırdı. Selim, esnek ve çok açılımlı olmasının sebebi de buydu.