Hollanda’da Wilders’in Beraat Kararı ve Müslümanlar İçin Önemi
Hollanda’da Wilders’in Beraat Kararı ve Müslümanlar İçin Önemi
Geçtiğimiz günlerde Hollanda’da, Avrupa’daki Müslümanlar açısından oldukça önemli bir mahkeme kararı alındı.
İslâm’a ve Müslümanlara karşı ırkçı ve kışkırtıcı söylem ve eylemleriyle son yıllarda popüler olan Hollanda Özgürlükler Partisi lideri Geert Wilders’in, Fitne filmindeki Müslümanlara dair ırkçı ve kışkırtıcı sözlerinin “fikir özgürlüğü” kapsamında olduğuna dair Amsterdam Mahkemesi’nin kararından söz ediyorum. Böylece Hollanda’da “yüzyılın davası” olarak lanse edilen ve yaklaşık bir yıl önce başlayan yargı süreci beraatle sonlanmış oldu.
Karara gerekçe olarak mahkeme, Wilders’in yargı konusu ifadelerinin, Müslümanlara değil İslâm’a yönelik olduğunu göstermiş; kararını da temelde Hollanda Anayasa Mahkemesi’nin, 2009 yılında verdiği, bir din hakkında ifadelerin suç sayılamayacağına dair kararına dayandırmış. Kararı sevinçle karşılayan Wilders, “Bu daha çok benim için değil, ifade özgürlüğü için bir zaferdir.” demiştir.
Hollandalı insaflı bir entelektüel olan Joost Lagendijk, Zaman gazetesinde yayımlanan yazısında, karar ile alakalı söylenebileceklerin bir kısmını kendi zaviyesinden söyledi. Ancak konunun, 11 Eylül sonrası özelde Hollanda genelde de Batı’da İslâm’a ve Müslümanlara yönelik genel anlamdaki paradigma değişikliği bağlamındaki dışlayıcı ve çifte standartlı tutum ve uygulamalar paralelinde de değerlendirilmesi gerekiyor.
Avrupa’ya sirâyet eden “Wildersçilik”
Geert Wilders, Hollanda’daki Pim Fortijn, Marco Pastors, Rita Verdonk, Ayaan Hrshi Ali, Theo van Gogh gibi, farklı tonlardaki İslâm, Kur’an ve Hz. Peygamber’e yönelik kışkırtıcı ve İslamofobik söylemlerin Batı’daki son temsilcilerindendir. Bundan birkaç yıl önce yayımladığı ve tartışmalara yol açan “Fitna I” filmi ile yakında yayımlayacağını duyurduğu “Fitna II” adlı, Hz. Peygamber ile alakalı filmleri, onun en önemli eylemlerindendir. İslâm’ı “politik bir ideoloji” olarak gören Wilders’in fikirleri Avrupa’nın hemen her devletinde yayılmış ve oralarda da “yeni Wildersler” türemiştir. Adeta “Wildersçilik” Avrupa’da -hatta Amerika’da- bir moda haline gelmiştir. Çokkültürlü toplum yapısıyla ve hoşgörüsüyle örnek gösterilen Hollanda, maalesef son senelerde diğer ülkelerindeki İslam karşıtı akımlara esin kaynağı olmuştur. Onun fikirleri Amerika’da da taraftar bulmuştur. Neo-conların önemli simalarından Daniel Pipes’ın, Wilders’e desteğini ilan ederek onu, “İslâm’ın meydan okumasına karşı koyabilen hayattaki en önemli Avrupalı” olarak lanse etmesi, yeterince manidardır.
Öte yandan, Türk basınında pek yer almamış olsa da, Wilders’in son hezeyanlarından biri de, AK Parti’nin % 50’lik bir oranla, dünya demokrasi tarihinde eşine az rastlanır bir katılım ve başarı ile seçimleri kazanması üzerine Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı “islamofaşist” ve “Batı için en büyük tehlike” olarak nitelemesiydi.
Bu özelliklerinin yanında Wilders ayrıca, şu anki Hollanda Koalisyon Hükümeti’nin dışarıdan destekçisi partinin de lideridir. Onun desteğini çekmesi durumunda, kılpayı çoğunluğa sahip hükümet düşecektir. Durumun ve Hollanda’da hükümet kurmanın zorluğunun farkında olan Wilders, bu fırsattan azami istifadeye çalışmakta ve özellikle entegrasyon olmak üzere, son dönemlerde Müslümanları da yakından ilgilendiren pek çok politikaya doğrudan veya dolaylı yön vermektedir. Bu cümleden olmak üzere, bir süredir kamuoyunda hararetli tartışmalara yol açan “hayvanların uyuşturulmadan kesiminin Hollanda’da yasaklanması”na dair, parlamentoda 2 sandalyeye sahip “Hayvanlar Partisi”nin verdiği önergeye, hükümeti oluşturan partilerin pek çoğunun destek vermesi gösterilebilir. Müslümanlara ait kuruluşların, biraz geç de olsa, olaya sahip çıkmaları etkili olamamış ve Müslümanların helâl et hakkına zarar verecek bu önerge, 29 Haziran’da parlamentodan geçmiştir. Görünürdeki gerekçe, uyuşturulmadan kesilen hayvanın uyuşturularak kesilene göre, daha az acı çektiğine dair araştırmalardır. Müslümanların helâl kesime dair dinî özgürlüklerini hayvan hakkına feda eden bu yasa bağlamındaki tiyatral ve çifte standartlı tutumlar da gösteriyor ki, Müslümanlar farklı açılardan baskı altına alınmaya çalışılıyor.
Buradaki ikinci gelişme ise geçtiğimiz günlerde açıklanan ve “çokkültürlü” ve “sosyal” devlet anlayışına göre devleti dizayn eden politikanın özünden büyük ölçüde vazgeçileceğini ima eden hükümet deklarasyonu idi ki, bundan en ciddi anlamda “yabancılar” ve özellikle de “Müslümanlar”ın etkileneceği aklı başındaki Hollandalılar tarafından da ifade ediliyor. Bütün bunların ise “mülti-kültürel” toplum yapısından “mono-kültürel” toplum yapısına dönüşü ifade eden paradigmal bir değişiklik olduğu açıktır.
Mahkemenin verdiği kararın gerekçeleri ve anlamı
Mahkemenin bu kararı, her şeyden önce, kılıf değiştiren ırkçı ve popülist partilerin Müslüman karşıtı faşizan söylemleri hukukî zemin içine alacağı için özel önem arz ediyor. Bunun diğer Avrupa ülkelerindeki benzer davaları da negatif yönde etkilemesi mümkün. Aynı şekilde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin müdahalesi de ihtimal dahilinde.
Mahkeme sürecinde yaşananlar ile halihazırdaki konjonktür beraber düşünüldüğünde, bu kararı “siyasî” bir karar olarak okumak mümkün gözüküyor. Zira bu kararda, hükümet kurmanın oldukça zor olduğu Hollanda’da, Wilders’in partisinin, hükümeti dışarıdan destekleyen parti olması olgusu göz önüne alınmışa benziyor. Dolayısıyla mahkûmiyet durumunda Hollanda’yı bekleyen siyasî krizin, karara olan muhtemel etkisi yadsınamaz.
Karara etki eden en önemli argüman, “ifade özgürlüğü”dür ki, bu argüman, özellikle son dönemlerde Müslümanlar aleyhine kullanılıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği benzer bazı kararlarda da bu argümanın çifte standartlı kullanıldığını takip edenler biliyor. Dolayısıyla Müslümanlar söz konusu olunca bu argüman adeta mutlaklaştırılıyor ve onların “din ve vicdan özgürlüğü”ne dair hakkı çoğunlukla itibara alınmıyor.
Bu kararda etkili olan bir diğer gerekçe de, Wilders’in aslında Müslümanları değil İslâm’ı hedef aldığıdır. Hemen bütün demeçlerinde “Derdim Müslümanlarla değil, İslam ile.” diyor Wilders de zaten. Bu söylem, Batı’nın son tahlilde Müslümanlardan mı yoksa İslâm’dan mı korktuğuna dair kadim bir tartışmanın da fitilini ateşliyor. Wilders’in bu söylemi, mahkemenin kararında etkili olmuşa benziyor. Zira Hollanda ve diğer pek çok Batı ülkesinde İslâm’ın kutsalları aleyhinde aşırı söylemler genellikle suç teşkil etmiyor. Ancak Müslümanlar hakkında olursa suç kabul edilebiliyor. Wilders’in avukatı -ki Hollanda’nın en meşhur avukatıdır- Bram Moskowitch de, ısrarla müvekkilinin İslâm’ı hedef aldığı tezi üzerine savunmasını kurmuştur. Bu konuda da İslâm karşıtı görüş ve kitapları ile tanınan Hans Jansen gibi bazı oryantalistleri mahkemede şahit olarak dinletmiştir. İnsaflı bazı oryantalistlerin Wilders’in sözlerinin Müslümanları incitici ve İslâm’ın kutsallarını hedef aldığına dair beyanları ise -tabir yerinde ise- “es” geçilmiştir.
‘İslâm’ı hedef almak, gerçekten suç (değil) mudur?’ sorusu burada anlamlıdır. Bu soruyu, günümüz şartlarında, İslâm bağlamında, ne yazık ki, “suç değil” diye cevaplıyoruz. Her şeyden önce İslâm, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi kanunla veya teâmüllerle “korunmuş din” sınıfına girmiyor. Wilders de ısrarla, “İslâm”ın din değil, “Batı için tehlikeli bir ideoloji” olduğunu ileri sürüyor. Buna Müslümanların güçlü lobilere ve kurumlara sahip olamayışları da eklenince, İslâm karşıtları alabildiğine cesaretleniyor. Benzer durumlar, Hıristiyanlık veya Yahudilik için söz konusu olduğunda, hem çoğunlukla yasalar önünde suç teşkil ediyor hem de bu dinlerin kurumları anında müdahil olabiliyor.
Bütün bu gelişmeler, Abraham Soetendorp gibi liberal Yahudi hahamı ile ılımlı yaklaşımlara sahip Hollanda İşçi Partisi lideri Yahudi asıllı Job Cohen’in, Müslümanların gittikçe Hitler dönemi Yahudilerinin konumuna itilmekte olduğuna dair sözlerini haklı çıkaracak mahiyet arz ediyor. Bununla birlikte, Hollanda halkının çoğunluğunun, mahkemenin bu kararını vicdanen kabul etmediklerini düşünüyor ve umuyoruz. Nitekim Hollanda medyasında bu yönde yorumlara da şahitlik ediyoruz.
Sayıları 30 milyonu bulan Müslümanların ise meseleleri ve gelişmeleri yakından takip ve analiz ederek “müspet ve aksiyoner” hareket etmeleri, “reaksiyoner” ve “duygusal” tavırlardan kaçınmaları, topluma sosyokültürel, siyasî ve ekonomik anlamda aktif katılım sağlamaları, kurumlarını güçlendirmeleri, etkili iletişim ve liderlik ortaya koymaları ve böylece bu süreci en az zararla yönetebilmeleri mümkün gözüküyor.
Zira bütün bunlar, bambaşka bir açıdan bakıldığında, Avrupa’nın İslâm ile sınavı ve “doğum sancıları” olarak da görülebilir. Günün birinde de doğuracaktır.
Özcan Hıdır