Geleceğin bize hazırladığı sürprizler
Geçmiş yaşandı bitti, gelecek bizleri bekliyor. 2015-2050 döneminde dünya ve Türkiye’yi nasıl bir ortam bekliyor sektörel gelişmeler neler olacak? Kısa panoramik gezinti yapmaya ne dersiniz?..
İNGİLTERE Kraliçesi Elisabeth, son dünya krizinin başladığı 2008 sonbaharında yapılan bir brifingde ekonomistlere şu soruyu sormuştu: “Krizi neden kimse fark etmedi? Neden bu kadar büyük bir olay gözden kaçtı?” London School of Economics’in öğretim üyelerinden Luis Garciano ise Kraliçe’ye şu cevabı vermişti: “Her dönemde insanlar başka birinin aldığı kararlara güveniyordu ve herkes en doğru olanı yaptığını düşünüyordu.”
Krizin 2008’den önce çok az sayıda bilim insanı dışında tahmin edilememiş olması, onların uyarılarının da dikkate alınmaması, geleceği görmenin ve önlem almanın çok zor bir iş olduğunu gösteriyor.
Son 20 yılda DEC, Kodak, IBM ve Nokia gibi dev şirketlerin kısa süreler içinde güç kaybetmesi ise şirketler dünyasında da geleceği tahmin konusunda zaaflar bulunduğunu ortaya koyuyor.
ABD’li yönetim ve strateji uzmanı Gary Hamel, geleceği anlamaya kafa yormadığımız için geleceği tahmin etmekte zorlandığımızı düşünüyor ve bu düşüncesini şöyle anlatıyor: “Deneyimlerimiz üst yöneticilerin zamanlarının yüzde 40’mı dışarısını gözlemlemeye ve bu zamanın da yüzde 30’unu üç, dört, beş ya da birkaç yıl sonrasını öngörmeye ayırdıklarını gösteriyor. Geleceği araştırmaya ayrılan zamanın ise ancak yüzde 20’si geleceğe ilişkin kolektif bir görüş oluşturmaya gitmektedir. Geri kalan yüzde 80, yöneticinin kendi somut işinin geleceğini görebilmesine harcanmaktadır. Buna göre üst yönetim, geleceğe ilişkin bir firma perspektifinin oluşturulmasına enerjisinin ortalama olarak yüzde 3’ünden daha azını (yüzde 40 x yüzde 30 X yüzde 20 = yüzde 2.4) ayırmaktadır. Bazı şirketlerde bu oran yüzde l’in de altına düşmektedir.”
Sürekli olarak dünü tartıştığımız ve bugünün sorunları ile boğuştuğumuz Türkiye’de, yarma ayrılan zaman ve enerjinin oranının yüzde l’in çok altında kaldığını söyleyebiliriz. Siyasi tablonun neredeyse her 15 günde bir değiştiği, ekonomide üç ay sonrası için bile sağlıklı tahminler yapmanın riskli olduğu ülkemizde gelecek hakkında öngörüler yapmak diğer ülkelerden daha da zordur.
Ancak biz geleceği düşünmeyi ihmal ettiğimizde, “gelecek” de intikamını hiç acımadan alır. Umursamadığımız “gelecek” karşımıza sık sık tatsız sürprizler çıkarır, beklenmedik bir anda kucağımıza nur topu gibi yeni sorunlar bırakır, darboğazlardan, kronik rahatsızlıklardan ve arada bir durgunluk veya kriz yıllarından kurtulamayız.
ÜLKELERİN EKONOMİK KADERLERİ
İsmet İnönü, 1963’teki başbakanlığı sırasında dönemin Devlet Planlama Teşkilatı yöneticilerinden At-tila Karaosmanoğlu’na “Sen gençsin, 10-12 yıl bekleyebilirsin. Ben yaşlıyım, bana milli geliri beş yılda iki katma çıkaracak bir plan hazırlayabilir misin?” demişti. Karaosmanoğlu, İnönü’ye münasip bir dille ekonominin gerçeklerini anlatmıştı.
Ekonomiyi hızlı büyütmek tüm dünya liderlerinin her dönemdeki hayaliydi. Fransa ve İtalya gibi ülkelerde 1950 ile 1970 arasında bu hayal gerçekleşmişti. 1980 sonrasında Çin ve Güney Kore gibi ülkelerde hızlı büyüme, bu ülkelerin önüne yeni ufuklar açmıştı.
Esasında yüzde 7.2’lik bir ortalama büyüme hızıyla 10 yıl içinde ekonominin büyüklüğünü iki katma çıkarmak mümkündü. Büyüme ivmesi 20 yıl sürdürüldüğünde toplam yüzde 300’lük bir büyüme performansına ulaşılıyordu. Büyüme için insanların eğitilmesi, ekonomilerin teknoloji düzeyinin sürekli yükseltilmesi, büyümeyi destekleyecek kurumsal yapıların varlığı, sektörlerin içsel dinamizminin güçlü olması ve yenilikler peşinde koşan girişimci bir ruh gerekliydi. Ayrıca dünyadaki ekonomik konjonktürün uygun olması, ekonominin iyi yönetilmesi ve insanların geleceğe hazırlıklı olması da büyümeyi sürdürülebilir kılıyordu.
Ekonominin uzun ince yolunda tuzaklar da vardı. Örneğin Türkiye 1960 ile 2000 arasında gelişmesini kendi ölçülerinde sürdürmüştü. Ancak bu 40 yıllık dönemde Türkiye’nin kişi başına milli gelirinin ABD’nin kişi başına milli gelirine oranı yüzde 19.8 ile yüzde 23.3 arasında kalmış yüzde 25’lik eşik bir türlü aşılamamıştı.
Ülkelerin ekonomik durumu hep iyiye gider diye bir kural da yoktu. Aıjantin’deki kişi başına milli gelirin ABD’dekine oranı 1935’te yüzde 72.3 iken 1975’te yüzde 49.8’e ve 2010’da yüzde 33.6’ya kadar gerilemişti. Kaba bir popülizm, askeri diktatörlükler ve verimsiz bir ekonomi yönetimi bu ülkeyi sık sık zor duruma düşürmüştü.
Toplumların önüne hızlı büyüme fırsatı her 10-12 yılda bir çıkıyor, bu fırsat heba edilince zaman kaybediliyordu. Türkiye’nin önüne 1965’te, 70’li yılların başında, 1987’de, 1995’te ve 2006’da yeni bir büyüme fırsatı çıkmış ancak bu fırsatlardan tam anlamı ile yararlanılamamıştı. Yüzde 6 ile yüzde 10 arasında yıllık hızlı büyüme oranlarının yakalandığı üç-dört yıllık dönemler olmuş ama bu dönemlerin ardından hep durgunluk ve kriz yılları gelmişti.
1980 öncesinde iktisatçı Taner Berksoy’un deyimiyle ithal ikamesi “rastgele” uygulanmış, 1980 sonrasındaki ihracata dayalı büyüme döneminde de tutarlı ve soluklu bir ekonomik strateji hayata geçirilememişti.
2015 yılma gelindiğinde Türkiye’nin gündeminde yine yeni bir stratejinin belirlenmesi vardı. Türkiye’nin 2050’ye kadar olan ekonomik kaderi, dünyadaki gelişmelere ve Türkiye’nin potansiyeline uygun yeni ve tutarlı bir büyüme stratejisinin belirlenmesine bağlıydı artık…
TÜRKİYE İÇİN 2050 PROJEKSİYONLARI
Türkiye, gelecek 35 yıl içinde 2003-2007 dönemindeki ekonomik performansını tekrarlayabildiği takdirde gelişmiş ülkelere yetişme süresi iyice kısalacak. Bu dört yıllık dönemdeki yılda ortalama yüzde 7.4’lük büyüme, ekonomide büyük bir canlılık ve iyimserlik yaratmıştı.
Büyüme hızının yükseltilmesi, ekonomin teknolojik düzeyinin ve insanların eğitim düzeyinin yükseltilmesi ile mümkün olabilecek. Bu yol ve yöntemler bilinmeyen konular değil.