Belime Oturan Mandaya Teşekkür Ettim
Belimin orta yerine üçüncü kez çöküp oturan ve bayram tatilini zehir eden “manda” beni düşüncelere zerk etti. Ortopedistim çılgınca spor yapmakla potansiyel bel fıtığının önüne geçemeyeceğimi söyledi. Ters bir harekette ya da (mandayla en son karşılaşmamda olduğu gibi) her biri 7-8 kg olan dört market torbasını aynı anda kaldırmaya çalıştığımda birkaç gün bel ağrısı (böbrek ağrısı ya da doğum sancısı tadında) çekecektim artık.
İçeriğe Ait Başlıklar
Bele manda oturması nedir?
Olayın vehametini anlatmak açısından (acımayın bana, hak ediyorum) “bele manda oturması” şu anlama geliyor: İki büklüm kalıyorsunuz, doğrulamıyorsunuz, yüz üstü ya da sırt üstü yatamıyorsunuz (sadece ana rahmindeki yumurta görünümüne benzer bir şekle girebiliyorsunuz), her adım attığınızda mandanın ağırlığı artıyor, oturduğunuzda kalkabilmeniz için iki kişinin yardımı gerekiyor vs…
Yıllarca çeviri işleriyle uğraştığı için benzer sorunları defalarca yaşayan bir arkadaşım teşhisi koydu: “Buna 40 yaş sendromu diyorlar, yıllarca oturarak iş yapan herkesin başına geliyor. Yaşlanıyorsun artık, kabul et, rahatla!”
İnsan bunları kendine yapar mı?
Gözümün önünden film şeridimi geçirdim hemen. Kendime ettiğim eziyetler, “doktora gitsene” ısrarlarına karşı kurduğum “iyiyim ben, geçer” cümleleri, “saat 18.00’de işten çıkmak işe ihanettir” inancım, tatilsiz, uykusuz, dur duraksız, sanki ertesi gün ölecekmişim gibi her işi hemen yapma çabalarım, hayatımın bir döneminde gece 3-4’lere kadar gezip sabah 9’da cin gibi işimin başında olmam (ve üzerine 12-13 saat çalışmam)… Yaşlanıyor muyum, kendimi yaşlandırmak için elimden geleni yapmış mıyım bilemedim.
Hareket edemez hale gelince öylece (dimdik) oturuyorsunuz ve çaresiz internette dolanıyorsunuz. O da ne? Bir gazeteciyi hastaneye kaldırmışlar. “Kalp krizi şüphesiyle” yazıyı okumaya başladım, meğerse arkadaşımız yaşadığı stresli hayat nedeniyle fenalık geçirmiş. Elindeki güç vücudunda patlamış belli ki… Kalp krizinden şüphelendim çünkü 50’yi görmeden kariyeri ve hayatı sona eren gazeteci arkadaşlarım oldu. Kalpten gitmeyen kanserden gitti. Malum, gazeteci dediğin ada vapuru gibidir, tüter de tüter, bunu mesleğinin bir gereği gibi görür, sonra da ver elini dört kollu…
İş manyaklarını en çok seven hastalıklar
Üniversite sınavlarına hazırlanırken “zona” diye bir hastalığından varlığından haberdar olmuştum. Yorgunluk, stres, üzüntü, uykusuzluk gibi nedenlerle ortaya çıkıyormuş. Sonraki yıllarda “iş manyağı” ya da “işiyle özel hayatını dengeleyemeyen” (kim dengeliyor ki?) arkadaşlarımın bir bölümü de zona oldu.
İş manyağı hastalıklarının modası bile var. Şu sıralarda modası geçmeye yüz tutan hastalık “reflü”. Küçükken reflü nedir bilmezdik, ülser varken ne reflüsü değil mi ama? Biz küçükken migren de çok popüler değildi, herkes sinüzitti.
Son yıllarda psikoloğa ya da psikiyatra gidenlere “Aaa delirmiş” gözüyle bakılmadığı için depresyon da moda hastalıklar arasında yerini aldı. İsmini veremeyeceğim “depresyon hapları” her evin (ve işyeri dolaplarının) ilaç raflarında yerini aldı. Ben bir kısım medyada çalışırken özellikle yönetici takımı günde üç kez kafaya dikerdi Pasiflora şişesini (bitkisel ürün diye yazıyorum adını).
Bu kadar eziyet “daha iyi yaşamak için”
İnsanın bir amacının olması, çok çalışmak, hedeflere koşmak, başarıdan zevk almak, rekabet, hırs güzel şeyler elbette ama bütün bunları yapma nedenimiz daha iyi yaşamak. O zaman matematiksel bir hata var. Daha iyi yaşamak için en kötüsünü yapıyoruz, daha iyi yaşama zamanı geldiğinde bu işten zevk kalacak bir bedene ve ruh sağlığına sahip olmuyoruz. Peki, o zaman bu kadar çaba neden?
Amacım akıl fikir vermek değil, herkes benden akıllı ve neler olup bittiğini farkında. Sadece demem o ki, kendimizi biraz daha sevsek, her gün nefes alabiliyoruz diye şükretmeyi bilsek, teneşirde paklanmadan, paklananların neden oralara geldiğini az biraz düşünsek…
Şirin Mine Kılıç
sirinminekilic@gmail.com