Aşısı olmayan hastalık: Kurumsal bağımlılık
Monster Yazarı Şirin Mine Kılıç
Dünyanın en eski şirketi 578 yılında Japonya’da kurulmuş. Kongo Gumi ismindeki bu şirket inşaat işleriyle uğraşıyormuş. Kongo Ailesi 40 jenerasyon boyunca işleri yürüttükten sonra şirket 2007 yılında kapanmış.
Türkiye’nin en eski şirketi ise 1584’te kurulan Çemberlitaş Hamamı. Mimar Sinan tarafından inşa edilen hamam bugün özellikle turistlerin gözdesi. Hamamda uzun yıllardır (30 yıl bile var) çalışan tellaklar var. Bu kadar uzun yıllardır çalıştıklarına göre hayatlarından memnunlar ve “Ben de kendi hamamımı açayım” diye girişimci bir düşünceye sahip olmamışlar. Kaçımız sahip olduk ki?
Büyüyünce ne olacaksın yavrum?
Küçükken hepimize sorulan matbu sorular vardır: Adın ne, yaşın ne, kardeşin var mı, okula gidiyor musun, büyüyünce ne olacaksın? “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusu en önemli, en can alıcı olandır aslında. Çocuk çevresinde ne görüyorsa onu söyler: Doktor, kuaför, polis, avukat, öğretmen vs…
Çevresinde kendi işini yapan birini görmeyen çocuk (bakkallığı saymadık çünkü çocuk bakkallığı bir meslek olarak görmez. Bakkal yalnızca süt, yumurta, ekmek, gofret ve sürpriz yumurta satan amcadır), beynine işlenen “garantili iş” kavramıyla birlikte girişimci genlerini de köreltmeye başlar. Üniversite yıllarında bir holdinge, kurumsal bir şirkete, büyük bir bankaya vs. kapağı atmanın yollarını arar. Kendi işini kurmayı düşünenlerin bile atacağı ilk adım bu şirketler olacaktır (ve olmalıdır da!)
Ulu liderimiz CEO
Kurumsal bir şirkete kapağı atanların bir anda dünyası değişir. Yeni dünya, artık bu şirkettir. Çalışılan bina o dünyanın merkezi, dünyalılar ise çalışanlardır. Şirketi daha fazla kar ettirmek dışında bir fonksiyonu olmayan CEO ya da genel müdür ulu bir şahsiyetmiş gibi önünde saygıyla eğilmek, ondan korkmak, çekinmek, ne diyorsa yapmak, onu örnek almak gerekir. Gündeme gelmek adına bu yöneticilere ödül dağıtan kurumlar CEO’ların rayicini ve ulaşılmazlıklarını daha da artırır.
Çalışanımız günün aydınlık saatlerini bir plaza’nın, tower’ın, kulenin ya da iş merkezinin içinde geçirdikten sonra karanlıkta evine döndüğünde de muhabbet değişmez. Evini de yeni dünyasına taşımıştır. Evdekiler sanki kendileri de o işyerinde çalışıyormuşçasına olan biten her şeyi öğrenir: CEO o gün kime “aferin” dedi, kim terfi etti, kim doğurdu, kim kiminle kırıştırıyor, genel müdür kimi kayırıyor, kim işten kaytarıyor, kim torpilli, yılın çalışanı kim vs… Dünyalılar sık sık hafta sonları da bir araya getirilir ki herkes birbirini daha yakından tanısın, birlikte daha iyi çalışabilsin, birlikte çalışmaya o kadar bayılsınlar ki başkalarıyla çalışmak istemesinler.
Çek bir kurumsal, bağımlı olsun
Kişisel gelişim kitapları, şirkete girip çıkan koçlar, müdürler, yönetim kurulundaki aile fertleri, ekonomi dergileri sürekli aynı şarkıları çalar durur: Kurumsallık, kuruma sadakat, kurum kültürü, kurumsal farkındalık, kurum hedefleri, çok sevilen müşteriler, sermaye olan insan kaynakları, performans değerlendirme sistemleri, iç iletişim projeleri vs… Kimi şirket çalışanına masör bile getirir, kimisi bodrum kata spor salonu kurar, iyi günlerde otomobiller, cep telefonları, ev kiraları, okul taksitleri bile ödenir.
Çalışanımız artık “kurumsal bağımlı” olmuştur. Bu bir nevi dindir, onun ayrılmaz bir parçasıdır, koskoca kurumun bir parçası olarak o da koskoca biridir artık. Her zaman, her yerde çalıştığı kurumun adını gururla tekrarlar durur. Yalnızca o da değil… Karısı ya da kocası, çocuğu, annesi, babası, komşusu bu koskocalığın rantını yemekten büyük bir zevk alır.
Yediği önünde yemediği arkasında bile olsa zamanla “dünya değişikliği” ister, daha çok para, daha iyi bir unvan ya da daha iyi şartlar için başka bir şirkete gider, oradan başkasına ve bir başkasına… Gittiği her yerin şeklini alır, ‘kurumsal dili’ konuşur: Sayın yetkili… Sizinle çalışmaktan onur duyarız… İş ortaklığımızın devamı dileğiyle… Ekosistemimizde yer alan… Saygılarımla…
Değer mi, değmez mi?
Bütün bu hengame içinde hayattaki amacını unutur (Belki de hiçbir zaman bir amacı olmamıştır). Bu şirketleri de aslında kendisi gibi dünyalıların kurduğunu, istese kendisinin de bir tane kurabileceğini unutur. Bir şirkete değil, yaptığı işe bağlı (ve saygılı) olması gerektiğini unutur. Hayattaki tek sermayesinin kendisi olduğunu unutur. İş dışındaki dünyanın işten ayrı olması gerektiğini unutur. Sırtındaki, başındaki, midesindeki, ayağındaki, boynundaki ağrıların nedeninin “kurumsal bağımlılık” olduğunu düşünmez bile…
Kurumsal bağımlılığın bir tedavisi var mıdır bilinmez ama şu hayatta hiçbir şey hayallerini unutmaya ve kendini tüketmeye değmez.
Monster Yazarı Şirin Mine Kılıç