Bin Ladin’siz Amerika!
Üsame bin Ladin üzerinden geçmiş on yıla detaylı, son yirmi yıla ise genel bir bakış Amerika’nın İslam dünyası ile kurduğu ilişkinin kodlarını anlamamıza yardımcı olabilir. Öyle ki ABD-Bin Ladin ilişkisi, 1980’lere kadar uzanan karmaşık ve kirli bir hikâyedir. Hikâyenin bir ayağında Amerika’nın Ortadoğu politikalarının maliyeti, diğer ayağında ise ABD’ye verilen primitif terör cevabı bulunmaktadır. Büyük ölçüde Amerika’nın kendi eliyle inşa ettiği bu kısırdöngüden en fazla maliyeti yine bölgenin kendisi ödedi. Ödemeye de devam ediyor.
Tartışmalı bir seçimle ABD başkanlığına gelen George Bush’un, iktidarının ilk döneminde siyaseten sıkışmaya başladığı günlere denk gelen II. Dünya Ticaret Merkezi (DTM) saldırıları, yeni bir dönemin işaretiydi. Sekiz yıllık Clinton dönemini ulusal ve uluslararası refahla geçiren Amerika, milenyum öncesi paranoya düzeyine çektiği “terör korkusu” ile bir yıl gecikmeli olarak yüzleşmişti. Körfez Savaşı sonrası meydana gelen 1993 DTM saldırısından çok farklı olarak, ikinci saldırı Amerikan sosyal muhayyilesini ve siyasi aklını bir süreliğine allak bullak etmişti. 11 Eylül saldırılarının Amerikan dünyasında ve dünyanın geri kalanında oluşturduğu birçok sonucun yanında sinematografik küresel bir figürü de kurgulamış oldu: Üsame bin Ladin. Amerikalı korkunun küreselleştirilmesinden ibaret olan Üsame figürü, son on yılda ABD siyaseti elinde tüketilerek büyütüldü.
Öncelikli sual şu olmalı: 11 Eylül saldırısı tabiatı itibarıyla Amerika’yı “şoke eden” bir saldırı mıydı? Çıkan gürültüye ve akabinde yaşanan küresel gelişmelere bakarsak cevabımız bellidir. Lakin Amerikan sosyal muhayyilesi ve siyasal aklı için 11 Eylül’ün şoktan ziyade, helak olma korkularını teyit eden bir “biz demiştik” hali olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. İsterseniz filmi biraz geri saralım, 319 yıl geriye, Massachusetts’in Salem şehrine, 1692’ye gidelim. 1692’de Kuzey Amerika’da bir cadı mahkemesi kurulur. 140 kişi cadı olmakla, şeytan olmakla suçlanır. Salem, Batı’dan 1600’lerde ilk göç eden Püritenlerin kurduğu ve geldikleri yıllarda kışın soğuktan binlercesinin öldüğü, ilk yerli katliamlarının yapıldığı bir şehirdir. Mahkemede ormandan, karanlıktan geldiği söylenen ve cadı olmakla suçlananlar arasında 5 yaşında bir çocuk bile vardır. Mahkeme, sonunda 19 kişinin asılmasına karar verir. 1692 Salem cadı mahkemesinden 309 yıl sonra Salem’den üç saat uzakta Manhattan’da başka bir cadı mahkemesi kurulur: 19 fundamentalist saldırgan, Amerikan korkularını haklı çıkarmıştır.
Amerikan sosyal muhayyilesindeki cari korkular içerisinde en tahrik edici olan ise şüphesiz, bir exodus ile var olan Amerikalının helâk olma mitidir. New England’a ayak basan ilk Püritenler, bu yeni topraklarda eski bir soruyu tekrar ederler: “Biz kimiz?” Püritenlerin bu suale verdikleri cevap çok nettir: ‘İsrail halkıyız’. Bu muhayyileye göre Amerika’ya varanlar, Mısır’dan Exodus’u gerçekleştirenler gibi Avrupa’dan kaçan, Babil’de mahkûm olur gibi Atlas Okyanusu’na bir dönem esir düşen, sonraları Nuh’un Gemisi gibi felaha kavuşanlardır. 11 Eylül sonrası Amerikan siyasetinde zuhur eden mesiyanik karakterin tarihsel ve zihinsel kökleri işte bu kurtulmuşluk illüzyonunda saklıdır. Bu kilit kavramın Amerikan tekvininde işgal ettiği yeri idrak etmek, Üsame bin Ladin üzerinden inşa edilen korkuyu da anlamaya yardımcı olacaktır.
Bin Ladin’in öldürülmesiyle beraber “Amerikalı korkular” belli ölçüde bertaraf edilmiştir. Lakin haberin yayıldığı ilk anlardan itibaren yeni bir korku da dillendirilmeye başlanmıştır. ‘Üsame’siz Amerikalının yeni korkusu “misilleme korkusudur”. Bu korkunun da uzunca süre işlevsel olacağını söylemek yanlış olmaz. “Ölü veya canlı” yaklaşımı ile Amerika’nın küresel politikalarını bir “kan davası” parantezine alan neocon yaklaşım; küresel dengesizlikler karşısında son on yılı yeryüzünün kayıp yıllar şeklinde geçirmesinde başat rolü üslendiler. Afganistan ve Irak işgalleriyle, bölge halklarının ve bölgesel düzen inşa etmenin maliyetine, uzun yıllar devam edecek siyasi kırılmaların önünü açtılar.
Son dört aydır, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya yaşanan gelişmeler ve değişim rüzgârı Obama yönetimi açısından büyük bir imtihana işaret ediyor. Obama yönetimi, elbette bölgemizde yaşanan değişimin kimleri götüreceğini ve neleri getireceğini açık bir şekilde biliyor. Amerika, bölge halklarının iradelerini Camp David parantezinde sürdüremeyeceklerinin artık aşikâr olduğunun da farkında. Asıl sorun, Obama’nın Bin Ladin’i öldürerek, Bush’tan yarım kalan işi tamamlayan mı, yoksa “kan davası” parantezinden çıkmayı başararak Camp David düzenini aşacak bir lider mi olacağıdır. Mısır’la beraber bu suale çekingen ve tam anlaşılmayan bir cevap veren Obama; bölgesel gelişmeler karşısında ABD’nin statükoyu en azından uzatmasına eğilim göstermektedir. Bin Ladin defterini kapatmanın, İsrail’le hesapları düzeltmekten geçtiğini son gelişmeler daha berrak bir şekilde ortaya koymuş durumda. Gazze katliamına seyirci kalarak iktidarına başlayan Obama, Bin Ladin sonrası dönemde ABD’nin bölgemizdeki yeni değişim dalgası karşısında alacağı pozisyon ile restorasyon şansını elinde tutuyor.
Taha Özhan