Şimdi Sonbahar, ayrılığın vaktidir
Uçak yolculuğunu severim. Ayrı bir büyüsü, ayrı bir tefekkür imkânı vardır. (Bu arada imkân kelimesine de içinde pek çok imkânları barındırdığı için yakınlarda âşık oldum) Ama benim seyahatlerdeki favorim uzun otobüs yolculuklarıdır.
İlk uzun yolculuğum Manisa’dan İstanbul’aydı. Lise mezunu bir genç olarak Üniversiteye gidiyordum. İşte benim yolculuklar maceram böyle başladı. Hâlâ da uzun otobüs yolculuklarında kendi kendimle saatler boyu kalmaya, düşünmeye, sormaya, okumaya, okuduğum bir cümle ile bütün bir gece ve gündüz boğuşmaya bayılırım. Şimdiki otobüsler de tam bana göre: Eskiden ekrana koyulan abuk filimler ve uydu kanalları bir rakip gibi önümde dururdu. Şimdi ise her koltuğun arkasındaki televizyonlar sayesinde bu rakipten de kurtuldum. İnsanlar artık bu ekranlar sayesinde konuşmuyor, başlarında kulaklıklarla Budist rahipler gibi sessizlik içinde, kanallar arasında kutsal ibadetleriyle meşguller.
Son otobüs yolculuğumu Kurban Bayramında İstanbul’dan Urfa’ya yaptım. Hava loş bir kızıllığa dönmüş ben Kurban denilen o gelenekselleşmiş ritüelleri düşünüyordum. Neden insanlar yamyamlar gibi böylesine hırsla et, deri, inek, koyun peşinde koşuyorlardı?
Kurbiyetin müjdesi olan Kurban nasıl olmuştu da böylesine hırslarımızı, dünyeviliklerimizi kamçılayan bir ritüeller manzumesine dönüşmüştü? Bu nasıl bir kabiliyettir ki bizler açlık ayı olan Ramazanı ilahiler ve iftarlar vaktine, Kurbanı et bayramı haline getirmiştik.
İbrahim Peygamberin mesajı ne çabuk ta uçuşup gitmişti dünyamızdan. O biricik oğlunu, şu dünyada en çok güvendiğini, en çok sevdiğini “La ilahe” diyerek kurban etmeye kalkmamış mıydı?
En çok sevdiklerimizi, en çok güvendiklerimizi, nefislerimizi, sahte ilahlarımızı kurban etmedikçe ineklerin, koyunların peşinde koşmanın anlamı ne ola ki? Kurbanlar yemenin, daha çok yemenin, nefislerimizi şımartmanın, dünyevileşmenin bayramı olursa biz nasıl millet-i İbrahim’den olabiliriz?
Ben bu düşünceler içinde otobüsümüz Bolu ormanlarına girince birden bire insanların dünyasından çıkıp ağaçların dünyasına daldım. Aman Allahım! Her yer, dağ, taş sarı, kırmızı, yeşil yapraklı ağaçlarla doluydu. Bu bir renk cümbüşü, renklerin dansıydı. Otobüs ilerledikçe renkler değişiyor, değişiyor, her yer rengarenk oluyor ve hayat, ve ruhlar renkleniyordu.
Bu muhteşem manzara karşısında büyülenmiş gibi ruhum ağaçlara, yapraklara dalmıştı. Biz Bolu’ya doğru yükseldikçe yeşillikler azaldı, sarı ve kırmızı yapraklar çoğaldı. Aman Allahım yapraklar biz yükseldikçe seyrekleşiyor ve dökülüyorlardı.
Hayır ben yaprakların dökülmesini istemiyordum. Bu muhteşem manzaradan ayrılamazdım. Otobüsümüz hızla tepelere tırmanıyordu. Benim gözlerim iyice açılmıştı.
Olamaz! Yapraklar iyice dökülüyorlardı. Ama ben onları çok seviyordum. Gidemezlerdi. Ölemezler. Artık her yer sarı, kızıl yapraklarla, yerler gazellerle dolmuştu. Hayır. Gazelleri sevmiyorum, yapraklarım ölsün istemiyorum.
Belki de onlar benim ölümümü hatırlatıyor bana. Onun için düşen her yaprağın acısı kaplıyor içimi. Gazel gazel dökülen hayatımı. Günlerimi. Her günüm düşmekte olan bir gazel.
Sonra otobüs bir mola yerine yaklaşıyor. Ben bu dökülen yapraklar ve hayatım arasında kan ter içinde kalmışım. Kendimi zar zor aşağıya, serin havaya atıyorum. Tam iniyorum, karşımda yine bir orman. Ağaçlar, sarı, kırmızı yapraklar. Ama bu defa ağaçlar tutacağım kadar yakın. Elimi uzatıyorum. Yapraklar çürümüş, bozulmuş. Buruş buruş olmuşlar, içlerinden hayat suyu alınmış. Orası burası yenmiş, dağılmış. Tam dokunuyorum, dağılıyorlar.
Hayır, hayır! Ben bunları istemiyorum. Az önce adeta aşık olduğum yaprakları şimdi istemiyordum. Böylesine içi geçmiş, bitik zavallılar gibi duran bu yaprakları sevmiyorum. Bir an önce gitmeliler, hayatımdan çıkmalılar.
Sonra gülüyorum kendi kendime. Tam ormanın karşısına oturup, ayak ayak üstüne atıyor ve bir çay söylüyorum garsona. Uzaktan bakarken âşık olduğum, kaybolmalarını hiç istemediğim yaprakların şimdi bir an önce gitmelerini arzu ediyorum.
Eski yapraklar, eski hayatlar, eski acılar, eskimiş zamanlar hayatlarımızdan çıkıp gitmelidirler. Onlara takılıp kalır ve hiç bırakmamaya çalışırsak gün gelir bu eskimiş zamanların altında eziliriz. Her gün yeni şeyler söylemek, her gün yeni şeyler yaşamak, yeni şeyler keşfetmek için sırtımızda bir yük yığını haline gelen eskimişlikleri, nefislerimizi, sahte ilahlarımızı yele vermeliyiz. Hatta eskimiş sözleri, eskimiş insanları bile terk etmeyi bilmeliyiz. İçimizdeki, ruhumuzdaki inekleri Kurban etmedikçe “La İlahe” diyemeyiz. La ilahe diyemedikçe de içimizde “İllallah”lar filizlenmez.
Eski yapraklarımızı dökmeli, eskimiş kayıtlarımızı bir an önce silmeliyiz. Ta ki ruhumuz yeni filizlere dursun. Eskimiş yapraklarımızı, asılsız ilahlarımızı dökemezsek asla yeni filizler boy atmaz varlığımızda. Sarı, kızıl, yeşil, eski yaprakların, eski yaşanmışlıkların vakti geçti. Şimdi yeni filizlere durmanın zamanıdır.
Şimdi sonbahar, ayrılığın vaktidir.
Her ayrılık yeni bir yaratılış değil midir?