II. Abdülhamîd 33 yılda sadece 5 idamı onayladı
Celâl Bayar, politikaya İkinci Abdülhamîd muhalifi olarak girdi, çok sonraları Türkiye’nin 3. cumhurbaşkanı sıfatıyle bu padişaha halef oldu. Sultân Abdülhamîd’in hasm-ı cânı olan ve onu tahttan indiren İttihad ve Terakkî’nin ileri gelenlerinden Celâl Bayar, 1960’larda kaleme aldığı hâtıralarında o dönem adalet sistemimizi şöyle anlatır (aynen):
“İkinci Abdülhamîd, kendisine muhalefet eden hâkimlere, davaya ve mahkemelerin kararlarına karşı hiçbir hareket ve teşebbüste bulunmamıştır. Esasen İkinci Abdülhamîd, adalet ve kazâ (yargı) hakkına bağlı işlerin sorumluluğunu, adliye nâzırı (adalet bakanı) Abdurrahman Paşa’ya bırakmıştı. Adliye işlerine karışmazdı. Abdurrahman Paşa da bu konuda ziyadesiyle dikkatli ve ciddi idi. Müdâhale, kimden ve nereden gelirse gelsin asla kabûl etmez, reddederdi. İkinci Abdülhamîd, Paşa’nın bu tutumunu takdirle karşılardı. Bu yüzden Abdurrahman Paşa zamanının adliyesi ve kazâ (yargı) organlarının başında bulunan hâkimleri, vasıfları ve feragatleri bakımından bugün için dahi aranacak değerli şahsiyetlerdi. İkinci Abdülhamîd, idam cezasından da hoşlanmazdı.” (Ben de Yazdım, c.V, s.1502-3)
YÖNETİMİ ELE ALDI
Halkımızın Sultân Hamîd dediği hâkan-halîfe İkinci Sultân Abdülhamîd Hân’ın yönetiminde veya himayesinde bulunan Osmanlı imparatorluk toprakları 10 milyon kilometrekareye yakındı. Orta Afrika’dan Orta Avrupa’ya, Adriyatik’ten Umman Denizi’ne uzanıyordu. Böyle bir devleti 33 yıllık saltanatının (1876-1909) otuz buçuk yılında (1878-1908) şahsen yönetti. Muhaliflerinin Mutlakıyyet ve İstibdâd Devri dedikleri bu rejim, Meşrûtıyet denen taçlı demokrasiden başka üstelik Tanzîmât denen kısıtlı demokrasinin bile bazı taraflarına aykırı idi. Anayasa (Kaanûn-i Esâsî) ilga edilmemiş, sadece meclisler kapatılıp seçim yapılmamıştır. 1876 trajedisi ve 1878 yıkımı sebepleriyle Sultân Hamîd, yönetimi şahsen ele almıştır. O devrin Avrupa yönetimlerine aykırı değildi. Bizde de sonraları dahi uygulanmıştır.
Dış politika, eğitim, bayındırlık, yargı gibi en temel konularda tam bir Tanzimatçı idi. Askerin politikaya karışmaması hususunda da öyle. Ancak 1876’da askerin darbe yaparak rejime ve devlete ihaneti, 1908 ve 1909’da tekrarlanarak, imparatorluğun sonu 1913 darbesiyle artık tamamlanacaktır. Cevdet Paşa’nın kurduğu Tanzîmât eğitim ve adaletini, çok daha geliştirerek uyguladı. Kazâ’nın icrâ’dan (yargı’nın yürütme’den) ayrılması, daha açık ifadeyle asker gibi yargının da asla politikaya karışmaması bir Tanzîmât ilkesi olduğu için, Sultân Abdülhamîd devam ettirdi. Tahta geçtikten sadece 25 gün sonra -daha önce de 2 defa bu makamda bulunan- Cevdet Paşa’yı adliye nâzırı yaptı. 10 yıl bu makamda kalan Cevdet Paşa’nın ünlü halefi Abdurrahman Paşa da 12 yıl, 9 ay kesiksiz bu görevde bulundu.
Germiyanoğlu Nûreddin Abdurrahman Paşa (Kütahya 1835-İstanbul 1912), Sultân Hamîd dönemi Türk adliyesinin karakteristik ve âbidevî şahsiyetidir. Babası da, oğlu da kendisi gibi vezîr idi (mareşal’e eşit mülkiye rütbesi). Bugün Bulgaristan ve Irak olan eyaletlerimizde, bu arada Ankara‘da valilik yaptı. Bir ara sadrâzam (imparatorluk başbakanı) oldu. Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce biliyordu. Büyük bestekâr, müzikolog ve hukukçu Sâdeddin Arel (1880-1955), bu Abdurrahman Paşa’nın tek damadı olup onun özel kalem müdürlüğünden yetişip adliye müsteşarı ve imparatorluğumuzun o zaman Tanzimat Dâiresi denen son Anayasa Mahkemesi başkanıdır.
İmparatorluk protokolümüzde bakanlar kurulunda, nâzırların sırası sadrâzam, şeyhulislâm, serasker (savunma bakanı), adliye nâzırı… şeklinde iken Sultân Abdülhamîd, adliye nâzırı’nı serasker’den önceye alarak sırayı değiştirdi ve kabinede 3. sırayı verdi. Cumhuriyet hükûmetlerimizde ve günümüzde de bu sıra değiştirilmedi.
İkinci Abdülhamîd, bir hükümdarın müdahalesinin hiçbir lüzumu olmadığı teferruâta kadar karıştığı halde, yargıya ve ilme müdahale etmediği biliniyor. Yukarıda Bayar’ın ifadesi de açıktır. Rüşvet ve iltimas o devirde de epey yaygındı. Fakat yargıda geçersizdi. Bir hâkim veya savcının rüşvet veya iltimasa bulaşması derhal meslekten çıkarılmakla sonuçlanırdı.
Padişah, yargıç ve profesör tayin etmezdi. Mahkemeler bağımsız, yargıçlar hürdü. Dürüst ve bilgili idiler. Maaşları yüksekti. Her alanda jurnal denen istihbaratın alçaklık derekesine düştüğü mekanizma, yargıda işlemedi. Dava sayısı çok azdı. Vatandaşlar, imparatorlukta her kavimden milyonla insan yaşadığı halde, biribiriyle davalı bir toplum oluşturmuyordu. Anlaşmazlıklar; aile, esnaf, mahalle arasında çözümlenirdi. Olur olmaz şey için yargıya gitmek ayıp sayılırdı. Atatürk devrinde bile böyleydi.
SUÇ DEVLETE KARŞI İSE…
Uzun saltanatında Sultân Abdülhamîd, sadece 5 kaatilin idamını onayladı, diğerlerini müebbede çevirdi. İç ayaklanma, isyan, ihtilâl teşebbüsü, silâhlı başkaldırıların asker gücüyle ve şiddetle bastırıldığı doğrudur. Ermeni ayaklanmalarını bu şekilde bastırdığı ve doğuda Kürtleri onların kıyımından kurtardığı için padişahımızın adının Avrupa’da ‘Kızıl Sultan’a çıktığı ve hakkındaki bu tabirin bizim millet ve devlet kavramlarına bîgâne olanlarımız tarafından da kullanıldığı malûmdur. Fakat devlete karşı suçlarda da cezaların hafifletildiği görülmektedir.
Adliye (adalet) nezâretini (bakanlığını) 1838’de İkinci Sultan Mahmud, Şûrâ-yı Devlet’i (Danıştay) 1868’de Sultân Abdülazîz’in onayı ile Sadrâzam Âlî Paşa kurdu ve Şûrâ reîsleri, adliye nâzırı gibi, bakanlar kurulu üyesi idiler.
Devlet memurları, çok açık ve yüz kızartıcı suç işlememişler, sadece politikaya karışmışlarsa, imparatorluğun meşakkatli coğrafyalarına atandıkları, daha ağır olarak maaşla sürüldükleri de, Sultân Hamîd rejiminin özelliklerindendir. Nüfusu 1.5 milyarı bulmayan şartları bugünkünden bambaşka bir dünyadan bahsettiğimiz de unutulmamalıdır.