Makaleler

Nefret Söyleminin Dönüp Dolaştığı Yer

Nefret Söyleminin Dönüp Dolaştığı Yer

oslo

Beş milyon nüfuslu, doğa güzellikleriyle meşhur, dış dünyayla pek ilişkisi olmayan şirin bir ülkeydi Norveç, 22 Temmuz Cuma gününe kadar. Sonra olan oldu. Birkaç saat içerisinde önce başkent Oslo’daki hükümet merkezinin önünde bomba patladı; sonra da Utøya adasına yapılan baskında bir İşçi Partisi kampındaki gençler sistematik bir şekilde teker teker vurularak öldürüldü. Sonuçta Norveç’in İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en kanlı günü, 80’e yakın ölü ve 100’e yakın yaralı ile noktalandı.

Gerek bomba, gerekse ada baskını, aynı kişinin marifetiydi: Anders Behring Breivik. Otuz iki yaşında, sarışın, beyaz tenli, Hıristiyan, fanatik derecede İslâm düşmanı bir Norveçli. Geriye bıraktığı 1516 sayfalık 2083: Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi başlıklı belgede bu katliamı neden yaptığını izah ediyordu kendince: Avrupa’nın Müslüman göçmenlerin istilasına uğradığı, İşçi Partisi’nin yabancılara uyguladığı açık kapı politikasının Norveç’in karakterini bozduğu, Müslümanların Avrupa’dan dışarı atılması gerektiği ve dahası.

Breivik, memleketine yabancıların sokulmasına ilk karşı çıkan değildi şüphesiz. Bunun en çarpıcı delillerinden biri, Bildirge’sinin büyük ölçüde şundan bundan (özellikle de internet sitelerinden) araklanmış olması. Biz işte buna dikkat çekmek istiyoruz burada: Breivik’in uzun süredir var olan, kökleri tarihte aranması gereken bir söylemin son tezahüründen başka bir şey olmadığının altını çizmek.

Bu gerçeği neden vurgulamak gereğini hissettiğimize gelince: Birçok ana akım siyasetçisi, ayrıntılarına bütünüyle katılmasalar bile, Breivik’in kullandığı nefret söylemini yararlı buldukları için hoş görmüşler, böylelikle bu söylemin varlığını sürdürmesine, yeniden üretilmesine katkıda bulunmuşlardır. Norveç’te olanlar, bu ihtiyatsız politikanın kaçınılmaz sonucudur.

Bir örnek vermekle yetinelim. Bildirge’nin 165. sayfasında yer alan, “Jus Primae Noctis (İlk Gece Hakkı): Osmanlı İmparatorluğu’nda Hıristiyanların Irzına Geçilmesinin Kurumsallaşması” başlıklı bölümde, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Bosna gibi yörelerde 19. yüzyılın sonuna kadar (!) devam ettiği iddia edilen bir âdetten söz ediliyor. Reaya evlendiğinde gelinin zifaf gecesini kocasıyla değil, Osmanlı valisiyle geçirmek mecburiyetinde olması. Ortaçağ Avrupa’sı hakkında Aydınlanma Çağı’nda icat edilmiş olan bu efsaneyi Osmanlı dönemi Balkanlar’ına ilk uygulayan Breivik miydi acaba?

Değildi elbette. Bosna Sırp Cumhuriyeti’nin eski cumhurbaşkanı Biljana Plavšic bakın daha 1993’te ne yazmıştı: “Irza tecavüz maalesef Müslümanların ve bazı Hırvatların Sırplara karşı uyguladığı savaş stratejisidir. İslâm bunu doğal addeder, çünkü bu dinde çokeşlilik caizdir. Beş yüzyıl süren Türk işgali boyunca Müslüman eşrafının Hıristiyan kadınlarıyla ‘ilk gece hakkı’nı kullanmaları gayet doğaldı.” Nitekim Breivik Bildirge’de Plavšic’in bu sözlerine gönderme yapmaktadır.

Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde bu tür propagandaya sık başvurulmuştur. Ama fikir çok daha eskiye gider. On dokuzuncu yüzyılda Yunan bağımsızlık mücadelesinde Lord Byron ve Victor Hugo gibi şairler, Eugène Delacroix gibi ressamlar benzer temalara başvurmuşlar, büyük ün kazanmışlardır. Üstelik sadece aşırı uçlar nezdinde değil, ana akımda da saygınlık bulmuştur bu fikirler.

Günümüzde ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin sağ kanadının cumhurbaşkanı adaylarından Herman Cain, belediyelerin şehirlerinde cami inşa edilmesini yasaklama hakkını destekliyor, İsviçre’de Halk Partisi minare yasağı getirmek için referandum düzenliyor, Fransa’da başörtüsü yasaklanıyor, Belçika’da Felemenk Bloku, Hollanda’da Özgürlük Partisi ve evet, Norveç’te İlerleme Partisi göçmen karşıtı kampanyalarıyla oy topluyor. Merkeze bunlardan daha yakın olan siyasî odaklar ise, örneğin Norveç Muhafazakâr Partisi gibi, bunlarla işbirliğine soyunuyor.

İslamofobi yalnız Müslümanların sorunu değildir, nasıl antisemitizm yalnız Yahudilerin sorunu değilse, nasıl ırkçılık yalnız zencilerin sorunu değilse. Bugün İslâm düşmanlığını siyasî açıdan yararlı bulanlar, yarın Breivik gibilerinin namlusunu iki gözlerinin arasında bulabilirler. Papaz Martin Niemöller’in (1892-1984) meşhur sözleri unutulmamalı: “Önce komünistleri götürmeye geldiler ve sesimi çıkartmadım, çünkü ben komünist değildim. Sonra sendikacıları götürmeye geldiler ve sesimi çıkartmadım, çünkü ben sendikacı değildim. Sonra Yahudileri götürmeye geldiler ve sesimi çıkartmadım, çünkü ben Yahudi değildim. Sonra beni götürmeye geldiler ve sesini çıkartacak kimse kalmamıştı.”

Norveç’teki katliam, Türkiye basınında özellikle katilin İslâm düşmanlığı bağlamında ele alındı, alınıyor. Peki, bu elim hadisenin Türkiye için anlamı sadece bu mu? Değil. “Şerefsizler” diye manşet atan gazeteler, “biz olsaydık asardık” gibi hamasi tavırlar takınan politikacılar, Bursa’da sahaya atılan taşların, BDP ilçe binalarına yapılan saldırıların, sokaklarda “Güneydoğulu”ların dövülmesinin sorumluluğunu kısmen de olsa taşıdıklarını bilmiyorlar mı? Yarının ne getireceğini akıllarına getiriyorlar mı?

Hem indirmesi hemde kullanımı tamamen ücretsiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu