Hepimiz Tatil İçin Mi Çalışıyoruz?
Hayat bir konaklama yeri olarak tanımlanmıştır pek çok kadim kültürde. Peygamber Efendimiz yolcunun bir ağaç altında dinlenmesine benzetmiştir hayatı.
Asıl menzil ahirettir. Bugün de hayatı bir bekleyiş olarak kodlayan reklam sloganları var tedavülde. Ama geçip gitmekte olan hayatta kalıcı tutamaklara yönlendirmiyor bu sloganlar. Dünya ahiret için çalışılan tarla, ahiret hasadının tarlası değil bu yaklaşımda. Pazar tatilinde ya da yaz tatilinde harcanacak paraların biriktirildiği bir bekleyiş sürecinden ibaret hayat. Çünkü “hepimiz tatil için çalışıyoruz”.
Bu reklam sloganı sadece çalışmaya ve tatile bakış açısını değil, bütün hayat telakkisini özetliyor sanki. Hayatı bir bekleyişe, “eğlenmek/dağıtmak” için bayramı, yılbaşını, pazar gününü ya da yaz tatilini bekleme sürecine indirgeyen bir “çalışma ve tüketme” anlayışının hâkimiyeti altında yaşıyoruz. Tatil ve çalışmanın birbirine karşıt iki faaliyet alanı olarak ortaya çıkışı kapitalist ekonominin işi insanın en temel faaliyeti olarak tanımlamasıyla paralel bir gelişmedir.
Kapitalizmle birlikte ekonomi, hem siyaset, din ve aile gibi alanlardan ayrıldı hem de insan hayatının en merkezi faaliyeti haline geldi. Ekonomik faaliyet, artık sadece zorunlu bir yaşamsal faaliyet değil, bunun çok ötesinde bir anlamı var. Kişinin ne olduğunu, kim olduğunu belirleyen faaliyeti, öncelikle işi. Karl Polanyi, kapitalizmin, ekonominin en merkezî, en temel insan faaliyeti olduğu bir dönem olduğundan bahseder. İnsanın bütün hedefini tatile endeksleyerek işe tatil hayaliyle katlanılmasını sağlayan yeni iş ahlakı da kapitalizmle birlikte gelişmiştir.
İş ahlakı denilince Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” eserine atıf yapmamak olmaz. Weber’e göre çalışmanın kendinde bir hedef olarak belirlenmesi kapitalizmi mümkün kılmıştı. Protestan dindarlar için tembellik günahtı, çalışmak ise ibadet. Hâlbuki Protestanlık öncesinde çalışma kilisenin yüce idealleri arasında yer almazdı. Tanrı kendisi de altı gün çalışmış yedinci gün dinlenmişti. Bu, insanlar için de en yüce gayeydi. İnsanlar cennette çalışmak zorunda kalmayacaklardı, tıpkı pazar günleri olduğu gibi. Yani Hıristiyanlara göre hayatın maksadı Pazar’a ulaşmaktı. Hayat yalnızca hafta sonu için uzun bir bekleyişti. Augustinus cennette Tanrı’nın dinlendiği ve Hz. İsa’nın cennet katına çıktığı gün olan pazarın daimi halini bulacağımızı yazmıştı.
Protestanlık öncesi kilise mensupları çalışma “zahmeti”ni ceza olarak algılarlardı. Sisyphos efsanesindekine benzer bir şekilde cehennemde hiç sona ermemecesine çalışmak zalimce bir işkenceydi. Dante’nin cehenneminde de günahkârlara “Pazar” hiç gelmez. Adeta onlar sonsuz bir Cuma’ya mahkûm edilmişlerdir. Reformasyon sonrasında ise yani Protestanlıkla birlikte hayatın çekim merkezi pazar gününden cuma gününe geçmiştir. İnsan hayatında çalışmak esastı. Fransız devrimi sonrası pazar tatilinin yasaklanması ve zamanın tamamen seküler bir örgütlenmeye tabi kılınması, kiliseye referanslı olmasa da çalışma ahlakını aynen kabul eden bir yaklaşımın ürünüydü.
Pekka Himanen, “net”te açık uçlu paylaşımı savunurken; hacker’ların Protestan etiğinin hâkim olduğu iş hayatını yıkıcı bir yaklaşıma sahip olduğu iddiasındadır. Ve bu iddiayla yukarıdaki tarihçeyi ayrıntısıyla anlatır “Hacker Etiği” adlı kitabında.
Cumanın yani çalışma etiğinin merkeze taşınışını, Daniel Defoe’nun roman kahramanı Robinson Crusoe’nun çalışma, biriktirme, disiplin gibi üretim ekonomisinin temel özelliklerinin küçük çaptaki bir örneğini kaldığı adada kurması üzerinden de gözlemleyebiliriz. Kahramanımız girişimci bir bireydir. Robinson, çıktığı adada Batı kültürünü minyatür boyutlarda yeniden kurar. Üretim-tüketim süreci adeta kutsal bir ritüel gibidir. Modern Batılı toplumun zaman, düzen, disiplin kaygısı çok bariz bir şekilde görülür Robinson’da (Bkz. Michael Tournier, Cuma).
Sanayi devrimi sonrasında işin verimliliği açısından dinlenme ve eğlenmenin önemi vurgulanmaya başlanmış ve işçilerin daha verimli çalışmaları için “boş zaman” kavramı tedavüle sokulmuştu. Boş zaman/eğlence ne kadar genişletilirse genişletilsin ya da ne kadar önemsenirse önemsensin hayatın merkezinde “iş” vardı. İşin disiplinli ve kişinin zamanını örgütleyen yapısı sanayi ile birlikte değişmişti.
Daha önceki dönemlerde; mesela tarım toplumlarında tabiatın döngüsü kişiyi örgütlüyor ya da atölyede veyahut loncada işin kendisi ve bizzat “usta” çalışmanın zamanını belirliyordu. Sanayi toplumunda ise kapitalist, işçinin zamanını satın alıyordu. Bu sebeple işte geçirilen zamanın ön plana geçmesiyle birlikte haftayı, yani işte geçirilmesi gereken zamanı doldurup “Pazar”ı beklemek doğal bir durum haline geldi, diyor Himanen.
Batı Avrupa’da kapitalizm gelişirken böyle bir süreç söz konusuydu. Peki, Batı dışı toplumlarda nasıl bir seyir izlendi? İktisadi zihniyeti derinlemesine ele alan mütebahhirane çalışmaların serdettiği kanaatler yerine bu konuyla ilgili oryantalist kalıp yargılar var tedavülde. Doğuluların tembelliği, zamanı serapa geçirişleri, dakik olmayışları gibi tespitler üzerinden onların Protestan iş etiğinin disiplinine sahip olmadıklarına dair fikirler/yargılar hiç tereddüt edilmeksizin ortaya seriliyor.
Doğuyla ilgili bu Batılı yargılar Hindularla Müslümanları, Çinlilerle Japonları aynı potaya atan bir yaklaşımın sonucuydu. Bir tarafta çalışkan disiplinli Avrupalılar diğer tarafta tembel ve yönetilmeye muhtaç Ortadoğulu ve Doğulular. Bu oryantalist yargıların neye hizmet ettiği ve isabetini tartışmak ayrı bir çalışmanın konusu. Ama Allah’ın yaratılışa müdahil oluşu ile ilgili genel bilgilerimiz üzerinden, Müslümanların genel yaklaşımlarını Hıristiyanlığın Protestanlık öncesi dönemiyle karşılaştırılabiliriz. Her genellemenin düşmesi muhtemel hatalarla ilgili eleştiri hakkını mahfuz tutarak neler söyleyebiliriz?
İlk olarak “O her gün bir iştedir” mealindeki ayet, altı günde kâinatı yaratıp pazar günü dinlenen Tanrı imajından başka bir yaratıcı tasavvuruna imkân veriyor. Diğer taraftan bütün dünya hayatını lehvü lüb olarak gören bir anlayış hâkimdir İslam kültüründe. Bu dünya hayatının kendisi koskoca bir eğlence ve oyalanmadır zaten. Bu yüzden insan kendisini asıl hayata hazırlamalıdır. Hazırlanmak demek çalışmak demektir. Sadece ekonomik faaliyet olarak tanımlanması mümkün olmayan “çalışma”nın kendisi bizatihi ibadettir. Mümin bir işten boşalınca bir başkasına sarılır ve böylece Rabbine kavuşuncaya kadar gayrete devam eder. Sanayi devrimi öncesi Müslümanlar için çalışma ibadet olduğu için ve müminin bütün hayatı ibadet olması gerektiğinden “boş zaman” kavramı söz konusu değildir. Zaten Batı Avrupa tarihinde de “boş zaman” kavramı kapitalist ekonomiye paralel bir gelişmedir.
Farklı tarihsel tecrübelere sahip olmasına rağmen bugün küreselleşme ve teknolojinin ortak zamanı Doğu’yu da Batı’yı da, hepimizi ortak bir tecrübeye, ortak tavır alışlara zorluyor. O yüzden Protestan bir arkaplanımız olmasa da aynı kapitalist iş mantığına muhatabız, dolayısıyla benzer “iş/eğlence” yaklaşımları bizi de bağlıyor.
Eğlence kültürü, iş günleri içinde disipline edilen bedenin istek ve arzularına kendini kaptırma şeklinde tanımlanabilecek bir “dağıtma” anlayışına dayanıyor. Kapitalizmin üretkenlik mantığı bunu gerektiriyordu. Geç kapitalizm ise “Pazar’ı bile Cuma’laştırdı” diyor Himanen. Çünkü artık pazar günleri tüketim için örgütlü bir zamana dönüştürülüyor. Eğlenmek de kapitalizmin kendi içinde işlevsel bir rasyonalite çerçevesine sahip. Tatil için alınan krediler, yapılan taksitler, turizmin örgütlenişi aslında hepsi kapitalizmin damarlarındaki hareketliliği artıran unsurlar. O yüzden pazar günleri de yaz tatilleri de paket programlar halinde sunuluyor geç kapitalizmde. Tercih etmek, yani sunulan seçenekler arasından bir tercih yapmak eğlenmek için zorunlu.
Bu durumda işin acı tarafı tatil için çalışanlar, tatilde de kapitalizme katkıda bulunarak bir nevi çalıştıklarının farkında olmuyor. Ya da daha kötüsü, yıl boyu çalışırken de “boş zaman” geçirdiklerini idrak edemiyorlar.
Nazife Şişman